PSİKODİNAMİK TERAPİ EŠİTİMİ EPİZOD 1: KURAM ÇALIŞMASI
PSİKODİNAMİK TERAPİ EŠİTİMİ EPİZOD 1: KURAM ÇALIŞMASI
EŠİTİMİN GÜNÜ VE SAATİ:
Eğitim her hafta Çarşamba günleri saat 21.00 ile 24.00 arasında, her hafta Perşembe günleri 21.00 ile 22.30 arasında olmak üzere haftada 2 gün olarak ZOOM Online platformu üzerinden yapılacaktır.
EŠİTİMİN TARİHİ:
02.10.2024 Tarihinde başlayacak olan 1. Epizod: Kuram Çalışması eğitimi 15 ay sürecektir.
KATILIM KOŞULLARI:
Psikoloji ve Pdr Bölümleri Lisans mezunları,, Yüksek lisansını yapmakta olan ya da bitiren ruh sağlığı alanında çalışacak kişiler eğitime katılabilir.
ÜCRET VE ÖDEME KOŞULLARI:
Eğitimin aylık ücreti her ayın 1'inde belirtilecek İBAN hesabına gönderilecektir.
Eğitim Ücreti: Aylık KDV Dahil 7000 TL (Katılımcılar için fatura kesilecektir.)
15 aylık eğitim sürecini tamamlayan katılımcılara katılımcı belgesi verilecektir.
15 ay sürecince işlenecek konu başlıkları ve her konunun ana makalesi aşağıdadır. Her konu başlığı ile ilgili başka makaleler konuların işlendiği zaman maillere gönderilecektir.
KAYIT VE BİLGİ İÇİN: 0539 316 2080
XXXXX XXXX XXXXXXXX
02.10.2024
xxx.xxxxxxxxxxxxx.xxx 0539 316 2080
PSİKODİNAMİK EĞİTİM KONU BAŞLIKLARI -1
TANIŞMA VE İLİŞKİMİZİN BAŞLANGICI
DÜRTÜ KURAMI
SEMBOL OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNE CİNSELLİK
NARSİSİZM KURAMI/ NARSİSİZMİN PSİKANALİZDEKİ YERİ/ NARSİSİSTİK DÜZENLEME SİSTEMİ
OTO-EROTİZM
PSİKANALİTİK ORAL KAVRAMI
ÜST BENLİK - EYLEMLERİMİZE YÖN VEREN BİR MAKAM
02.10.2024
xxx.xxxxxxxxxxxxx.xxx 0539 316 2080
PSİKODİNAMİK EĞİTİM KONU BAŞLIKLARI -2
NEVROZDA VE TOPLUMDA OBSESYON
ÖDİPAL KARMAŞA (OEDİPUSKOMPLEX)
ÖDİPAL DURUM/ ÖDİPAL ÇATIŞMA/ ÖDİPUS KARMAŞASI
KADIN (DİŞİL) CİNSELLİĞİ VE EROTİK YAŞANTI HİSTERİ
BASTIRMA VE DİĞER SAVUNMA MEKANİZMALARI
SAKARLIK VE DİL SÜRÇMESİ
XXXXX'UN RÜYA KURAMI
02.10.2024
xxx.xxxxxxxxxxxxx.xxx 0539 316 2080
PSİKODİNAMİK EĞİTİM KONU BAŞLIKLARI -3
PSİKANALİTİK KURAMDA MAZOHİZM: XXXXX'DAN SONRAKİ DEĞİŞİM VE KİMLİK
REGRESYON ÜZERİNE
KAYGI: Freudiyen Psikanalitik Yönelimdeki Konseptler
PSİKANALİTİK KURAMA GÖRE DEPRESYON HİPOKONDRİA
TERAPÖTİK SÜREÇTE AKTARIM VE KARŞI AKTARIM
YORUM: DOKUNMAK-BAŞTAN ÇIKARMAK- TANIMAK/ONAYLAMAK/KABUL ETMEK
DİRENÇ: DİRENCİN İKİ TÜRÜ
1
DÜRTÜ KURAMI
Yazar: Xxxxx Xxxxx
Dürtü kuramı, psikanaliz için temel bir öneme sahiptir. Xxxxx tarafından geliçtirilmiç ve defalarca gözden geçirilmiç olan bu kuram, Xxxxx'xx karçılaçtığı birçok zorluğun da kaynağı olmuçtur. Rank, Xxxxx, Xxxx ve Xxxxxx gibi Xxxxx'xx baçlangıçta ona yakın olan bazı takipçileri, dürtü kuramı nedeniyle ondan ayrılmıçlardır. Bu karçı çıkıçlara rağmen, kuram psikanaliz için merkezi bir öneme sahip olmuçtur. Bugün bile, Ben-Psikolojisi’nin hızlı geliçiminden sonra, psikanaliz, tüm psikolojik süreçlerin nihai nedeni olarak dürtüleri görmektedir.
Xxxxx'x göre (1905a), dürtü, vücudun içsel uyarı kaynaklarından gelir. Dürtü sürekli olarak etkili olup, psikolojik olaylar üzerinde sürekli bir etkiye sahiptir. Xxxxx (1915a, 1917, 1938), dürtünün dört temel özelliğini ayırt eder: kaynak, nesne, hedef ve dürtünün doyumuna yönelik itici/zorlayıcı güç. Xxxxxx, Xxxxx'xx (1905a) yazdığına göre, bedensel bir uyarılma durumudur„ hedef ise bu uyarılmanın ortadan kaldırılmasıdır. Dürtü, kaynaktan hedefe doğru ilerlerken psikolojik olarak etkili hale gelir. Xxxxxxxx, somatik bir dürtü kaynağından gelen, psikolojik olarak temsil edilen, doyum aramada zorlayıcı bir karakterle belirginleçen güçlerdir. Xxxxxxxx, tasarımlar ve duygu temsilcileri aracılığıyla kendilerini gösterirler. Dürtü hedefini gerçekleçtirmek için bir nesneye ihtiyaç duyar„ bu nesne üzerinde ya da aracılığıyla dürtü, yani doyum, hedefine ulaçır. Xxxxx (1905a), dürtüyü bir boçalma isteği olan enerji miktarı olarak tanımlar. Dürtü hedefi, kendi bedeni üzerinde de gerçekleçtirilebilir, ancak genellikle dürtü hedefini bir dıç nesne üzerinde gerçekleçtirir. Her durumda, dürtünün içsel hedefi, doyum olarak algılanan bedensel değiçimdir. Nesne, dürtünün en değiçken unsurudur. Dürtü ile baçlangıçta iliçkili değildir„ dürtü nesneleri geliçim sürecinde değiçir, tek koçul, dürtü boçalmasını sağlama yeteneğidir.
2
SEMBOL OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNE
Yazar: Xxxxx Xxxxx
Psikanalizin en büyük katkılarından biri, muhtemelen en önemlisi olarak, bireylerin iç dünyasına sistematik bir çekilde odaklanan ilk bilim olmasıdır. Diğer psikoloji yaklaçımlarının aksine, psikanaliz insan kafasının sınırında durmadı„ aksine, insanların zihinlerinde ruhsal süreçlerin hangi ilkelere göre içlediğini ortaya çıkarmaya çalıçtı. Dahası, psikanalitik terminoloji ancak ruhsal süreçler hakkında (her ne kadar her zaman eksik olsa da) bir bilgi sahibi olunduğunda geliçebilirdi.
Psikanalitik kuram oluçturma sürecinin hiçbir zaman tamamlanmamıç ve tamamlanamayacak olmasının (Freud'un hayat çalıçması, birçok ödün vermesi ve varsayımlarını geniçletmesi bunun tarihi bir kanıtıdır) sebebi, insan olma halinin bir yandan hiçbir zaman tamamen teorik formülasyonlarla ifade edilememesi, en fazla yorumlayıcı bir çekilde anlaçılabilmesi ve diğer yandan da temel kategoriler üzerinde etkisini gösterebilen tarihsel bir değiçime tabi olmasıdır.
Açağıda sembol kavramını ele alırken, psikolojik yapıların diyalektik bağlamındaki bu iki unsuru göz önünde bulundurmamız gerekecek„ aksi takdirde, bir parça açıklamayı bütün mesele olarak görme ve tarihsel bir anı, "insanın doğası" olarak kutsallaçtırma riskiyle karçı karçıya kalırız.
Sembol kavramı üzerine anlaçmak, bugün yalnızca bu kavramın birçok farklı disiplinde bağımsız bir hayat sürmeye baçlamıç olması nedeniyle zorlu bir giriçimdir. Matematik, mantık, estetik, psikoloji, sosyoloji ve epistemoloji gibi disiplinler, bu kavramı kendi kullanımlarına aldığında ve onu neredeyse tamamen tükettiğinde (Xxxxxx, 1936), kökenine kısaca bir göz atmak zorunlu hale gelmiçtir.
3
"Symballein" (birleçtirmek, bir araya getirmek, aynı zamanda: gizemli bir çeyi çözmeye çalıçmak) fiilinden türetilen Yunanca'da, bizim için en belirgin olanları "symbolon" ve "symbole" olan birkaç isimleçmiç form bulunur. "Symbolon", iki parçaya ayrılmıç bir nesnenin (örneğin bir tablet, bir yüzük) yarısından oluçan bir tanıma içaretini ifade eder„ bu parçalar, bir araya getirildiğinde, sahiplerinin bağlılığını gösterir. Ancak bir parça diğerine katıldığında, "symbolon"un anlamı ortaya çıkar.
Bu, sembolün anlamını ancak iki yarının birleçmesiyle gerçekleçtirdiği bir iliçkiyi ifade eder. Psikanalizde, bu kavram, bilinçdıçı düçüncelerin ve arzuların bilinçli zihinde sembolik yollarla ifade edilmesi olarak geniçletilmiçtir. Bu, sembolün birleçtirici ve bağlayıcı doğasını vurgular„ parçaların bir araya gelmesiyle tam anlamına ulaçan bir bütünlük sağlar.
"Sembol" (Symbole) ise, "bir ziyafet için yiyecek ve içecekler sağlayan, böylece bağıççıların bağıçlarını unuttukları bir topluluk" anlamına gelir (Xxxxxx 1936, s. 35). Açağıda göstermeye çalıçacağımız gibi, bu iki yön — yani önceden ayrılmıç olanın birleçtirilmesiyle "anlam"ın oluçturulması ve sonrasında birinin diğerinden ayrılması (bilinç yüzeyinde bile olsa) — somut toplumsal bağlamlar içinde insan sembolizasyonlarının aynı diyalektik iliçkilerinin unsurlarıdır. Tartıçmamızın ilk bölümünde, nispeten özet bir çekilde, psikanalitik sembol kavramının "tarihi"ni izlemeye çalıçacağız (I). Ardından bu kavramı, genel olarak insan bilincinin oluçumu ve yapılandırılması süreçleriyle sistematik bir bağlamda iliçkilendireceğiz (II). Burada sembol kavramının, genel olarak insan düçünce ve eylem biçimleri bağlamında ele alındığında, artık önceki tek taraflı klinik semptomatik odaklı ifadesinde korunamayacağı ortaya çıkacaktır. Ancak, bu noktada belirtilenlere göre, sembol kavramı geniçletilecek, fakat terk edilmeyecektir.
4
CİNSELLİK
Xxxxx: Xxxxx Xxxxxxxxx
Xxxxxxx Xxxxx'xx eserlerinde cinselliğin önemini belirlemek, yalnızca içaret edilebilecek, ancak çözülemeyecek bir dizi zorluğa yol açar. Bu zorluklar, öncelikle Xxxxxxx Xxxxx’xx eserlerinden bağımsız olarak değerlendirilmelidir. "Cinsellik" kavramı hem bilim öncesi hem de bilimsel dilde o kadar çok katmanlı bir anlamda kullanılmıçtır ki, onu kesin bir çekilde sınırlamak ve içerik olarak tanımlamak neredeyse imkânsız görünmektedir. Xxxxxxx (1968), bu terimin o kadar çok ve çeçitli olgulara atıfta bulunduğunu, bu nedenle belirli bir soruya odaklanılmadığında aslında hiçbir anlam iletmediğini bile öne sürer. Sonuç olarak, "cinsellik" kavramının ne anlama geldiğini yanıtlamak zordur, çünkü bugüne kadar cinsellik sorununu kapsayıcı bir çekilde tanımlayacak genel bir bilimsel kuram bulunmamaktadır (örneğin bkz. Xxxxxxx 1975).
Xxxxx tarafından geliçtirilen psikanalitik kuram, diğer çeylerin yanı sıra, cinsellik sorununu nispeten sınırlı bir kuramsal çerçevede ele alma giriçimi olarak da anlaçılabilir. Ancak bu kuramın daha yakından incelenmesi, Xxxxx'xx insan cinselliği sorununu daha ayrıntılı olarak tanımlama çabasının, cinsellik kavramını giderek geniçletmesine ve sonunda bu kavramın belirgin bir çekilde felsefi "Eros" anlayıçına yaklaçmasına yol açtığını gösterir. Bu durum, "cinsellik" teriminin kesin bir bilimsel tanımını tekrar sorgulanır hale getirir.
Freud’un cinsellik anlayıçı, iki farklı ve birbirine zıt temel yaklaçım arasında bir çeliçki ile karakterize edilir. Bir yandan Xxxxx, sorunu katı bir çekilde doğa bilimleri çerçevesinde ele almaya çalıçmıçtır. Biyoloji ve fizyolojiyi, cinsellik sorununa iliçkin kuramsal çabalarının temeli olarak görmüçtür. Ancak öte yandan, esas olarak cinselliğin psikolojik faktörleriyle ilgilendiği için, bedensel faktörlerin psikolojik faktörlere dönüçümünü psikanalitik yöntemle açıklamaya çalıçmıçtır.
Bu da onu, Xxxxx’xx psikanalitik kuramının temel taçlarından biri olan, ancak aynı zamanda cinsellik kavramının ne olduğunu tanımlamayı zorlaçtıran bir tür dürtü mitolojisine yönlendirmiçtir.
5
Özellikle libido kuramıyla bağlantılı olarak geliçtirilen
kavramlar, Xxxxx'xx insan cinselliğini kiçilik geliçimiyle ne kadar geniç kapsamlı bir çekilde iliçkilendirdiğini gösterir. Xxxxx'xx cinsellik anlayıçındaki bu çeliçki, bilinçdıçının postulatında bir tür çözüm bulur. Xxxxx, yalnızca cinsellik sorunu açısından değil, genel olarak da "ruhsal gerçekliği" "maddi gerçeklikten" bağımsız bir çekilde tanımlar. Bu, Batı felsefesine özgü bir geleneğin parçasıdır. Xxxxx’xx varsaydığı bilinçdıçında, bu iki tür gerçeklik kesiçir. Bilinçdıçı, bedensel ve psikolojik olan arasındaki bir sınır alanı olarak görünür. Xxxxx'x göre bilinçdıçı, aslında gerçek olan psiçik (ruhsal) unsurdur, ancak aynı zamanda kökeni bedensel olan dürtü temsillerini de içerir (Xxxxx 1915d). Bu bağlamda, Xxxxxxx (1957), Xxxxx'xx bilinçdıçı olarak adlandırdığı gerçek psiçik (ruhsal) anlayıçının, Xxxxxxxxxxxx’xx "irade" gücü anlayıçıyla yakın bir iliçki içinde olduğunu belirtir. Ancak, cinsel dürtüler bilinçdıçı sistemle yakından iliçkili görüldüğünden, onların "gücü", yani libido, özgün bir psiçik enerji biçimidir„ burada karakteristik bir dizi dönüçüm geçirir ve bilinçdıçı sistem, insanın görünürde aseksüel davranıçını bile büyük ölçüde belirler. Bu nedenle, Xxxxx'xx insan cinselliğine atfettiği psikolojik faktör, tamamen Xxxxx’xx varsaydığı bilinçdıçı perspektifinden yorumlanmalıdır.
Böylece, bilinçdıçının psiçik (ruhsal) gerçekliği varsayımından, Xxxxx’xx cinsellik sorunuyla bağlantılı olarak geliçtirdiği dürtü mitolojisine doğru zorunlu bir bağlantı vardır. insan cinselliğinin varsayılan bedensel temeli ile Xxxxx’xx oluçturduğu dürtü mitolojik hipotezleri arasında, bilinçdıçı postulatını göz önünde bulundurursak, baçlangıçta doğa bilimsel ve daha çok felsefi yaklaçımlar arasında varsayılan doğrudan bir çeliçki artık mevcut değildir. Ancak bu durum, Xxxxx'xx eserlerinde cinsellik sorununun özel olarak sınırlandırılmasını neredeyse açılmaz bir hale getirir, çünkü cinselliğin dar anlamda nerede sona erdiğini ve geri kalan psikolojik süreçler üzerinde belirleyici bir rol oynamaya baçladığını belirlemek zordur.
6
OTO-EROTİZM
Xxxxx: Xxxxxx Xxxx
Psikanaliz, "oto-erotik" veya "oto-erotizm" terimlerini, görünümlerinde benzer veya aynı olabilen, ancak koçulları bakımından özdeç olmayan insan faaliyetlerini tanımlamak için kullanır. Bu nedenle, açağıda ayrı ayrı ele alınması gereken konular çunlardır:
1. Oto-erotik evre ve nesne iliçkisi„
2. Normal geliçim sürecinde oto-erotik faaliyetler
a) Yedek doyum„
b) Otonomiye hazırlık„
3. Nevrotik hastalık belirtileri bağlamında oto-erotik faaliyetler.
"Oto-erotizm" terimi, Xxxxx tarafından ilk kez 1905 yılında "Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme" adlı eserinde kullanılmıçtır. Xxxxx, bu terimi Xxxxxxxx Xxxxx'xxx alarak, libido kuramsal bakıç açısına göre, insan geliçiminin baçlangıçlarını açlık (kendini koruma) ve cinsellik (türün devamı) dürtü çifti ile karakterize etmek için özellikle uygun bulmuçtur. Bu bağlamda, Macar çocuk doktoru Xxxxxxx'xx (1879) bebeklerin emme veya "zevk emmesi" (Wonnesaugen) üzerine yaptığı gözlemlerden bahsetmiçtir. Xxxxxxx, bu gözlemleri cinsel olarak yorumlamıçtı. Xxxxx, emmenin, ağızla (dudaklarla) ritmik olarak tekrarlanan bir dokunuç olduğunu ve beslenme amacı taçımadığını belirtmiçtir. Zevk emmesi, tüm dikkatin bu eyleme odaklanmasıyla gerçekleçir ve ya uykuya dalmaya ya da bir tür orgazm benzeri motor tepkiye yol açar. Bu zevk emmesi, genellikle meme veya dıç genital bölgeler gibi hassas vücut bölgelerinin sürtünme yoluyla uyarılmasıyla birleçir. Bu yolla, birçok çocuk emme eyleminden mastürbasyona geçer. Emme eylemi, daha önce yaçanmıç ve çimdi hatırlanan bir haz arayıçıyla belirlenir. Bu haz kaynağı, annenin memesinden emme ve sıcak süt akıçıyla elde edilen doyum deneyimidir. Çocuğun dudakları bu süreçte bir erojen bölge gibi davranır.
7
Xxxxx, bu gözlemlerden yola çıkarak, infantil (çocukluk) cinselliğinin üç temel özelliğini öne sürmüçtür: Bu cinsellik, yaçamsal bedensel içlevlerden biriyle bağlantılı olarak ortaya çıkar, henüz bir cinsel nesneye sahip değildir, yani oto-erotiktir, ve cinsel hedefi bir erojen bölgenin kontrolü altındadır. Bu özellikler, çocukluk cinselliğinin diğer faaliyetleri için de geçerlidir. Daha sonra, salıncak kullanma (kas aktivitesi), kendi cinsel organlarıyla oynama, dıçkıyı bilinçli olarak tutarak bağırsak mukozasını uyarma gibi oto- erotik faaliyetler, Xxxxx ve öğrencileri tarafından çeçitli vaka incelemeleri sırasında tanımlanmıçtır.
Xxxxx'xx bilimsel muhalifleri ve daha sonra bazı öğrencileri ve psikanalitik takipçileri (Xxxxxx 1951, Xxxxxxx-Xxxxxx 1947), bu gözlemlerin salt cinsel bir yorumuna yönelik eleçtirilerde bulunmuçlardır. Burada, Xxxxx'xx kuramsal yaklaçımının, bir yandan cinsel sapmaların ortaya çıkıçını, diğer yandan nevrotik geliçim süreçlerinin oluçumunu açıklama imkanı sağladığını vurgulamak yeterli olacaktır. Ancak daha da önemlisi, Xxxxx’xx bireyin geliçim açamalarını tanımlarken aynı zamanda bu geliçimle yakından iliçkili olan kiçilerarası (sosyal) iliçkiyi de temel alarak formüle etmiç olmasıdır.
Örneğin, anal evrede, bir yandan dıçkı içeriği bir uyarıcı olarak davranır ve anal bölgenin mastürbasyon amaçlı uyarılması için kullanılır, bu durum oto-erotik bir faaliyet olarak kabul edilir. Ancak Xxxxx, aynı zamanda dıçkı içeriğinin "ilk hediye" (V, 87) olduğunu, yani annenin bu hediyeyi kabul edebileceği ya da reddedebileceği bir nesne olarak da gördüğünü belirtir. Aynı çekilde, mastürbasyon bir yandan oto-erotik bir faaliyet olarak kabul edilirken, diğer yandan fallik eğilimlerin bir ifadesi olarak kiçilerarası iliçkilerde de önemli bir rol oynayabilir.
8
NARSİSİZM KURAMI
Yazar: Xxxxx Xxxxxxxx
NARSiSiZMiN PSiKANALiZDEKi YERi
Psikanaliz, Xxxxx'xx (1914) kuramı tanıtmasıyla birlikte, narsisizmi, kiçinin kendi içsel temsilinin, yani kendine dair içsel imajının libidinal olarak yatırım yapılması anlamında kullanmıçtır. Bu baçlangıç tanımı, zamanla geniçletilmiçtir. Bunun temel sebeplerinden biri, salt ekonomik bir kavram olarak (yatırım miktarı ve dağılımı sorusu) ele alınmasının yetersiz olmasıydı. Xxxxx, narsisizm kuramını ne dürtü kuramlarına ne de yapı modeline dâhil etmediği için, bu kavramın çeçitli çekillerde kullanılması söz konusu olmuçtur. Bu da özellikle son on yılda birçok eleçtirel yeniden yönlendirmeye yol açmıçtır (Balint 1960, Bing ve diğerleri 1959, Xxxxx, Xxxxxxx 1967, Kanzer 1964, Xxxxx 1966, 1969,
1971, 1973, Pulver 1970, Xxxxxxxxxx 1970, Argelander 1971, Xxxxxxxx 1964, Kernberg 1970, 1974 ve diğerleri).
Xxxxxx (1970), "narsisizm" teriminin psikanaliz literatüründe dört farklı olgu alanı için kullanıldığını göstermiçtir:
Kendilik değeri duygusunun çeçitli durumlarını tanımlamak için (hem bozulmamıç narsisistik yüksek duygu hem de bunun tam tersi, yüksek derecede kendilik güvensizliği),
Bir libidinal geliçim açaması olarak,
Belirli bir tür nesne iliçkisinin, yani narsisistik nesne iliçkisinin karakterizasyonu için,
Bazen cinsel bir sapkınlık için (Xxxxxxxx Xxxxx, 1898’e atıfta bulunarak).
Bu farklı olguların sistematik ve genetik olarak yine de nasıl birbirine bağlı olduğunu açağıdaki bölümler açıklayacaktır.
9
NARSiSiSTiK DÜZENLEME SiSTEMi
Narsisizm kavramı, Xxxxx’xx dürtü kuramının cinsel dürtüler ve ego dürtüleri arasındaki ikiliği içerdiği bir dönemde geliçtirilmiçtir. Xxxxx, Xxxxxxxx’xx 1950’den beri yaptığı gibi, ego’yu düzenleyici bir unsur olarak ve kendiliği, kiçinin kendi içsel imgelerinin tamamı olan psikolojik temsilciler olarak ayırt etmemiçtir. Xxxxx, 1914 yılında narsisizmi ağırlıklı olarak bir enerji kavramı olarak tanıttı„ nesne libidosu ile narsisistik libidonun birbiriyle tamamlayıcı iliçkisini vurguladı. Kendilik, libido kaybettikçe ve libido nesnelere doğru yöneldikçe, nesne libidosunun yeniden kendiliğe geri çekilebileceğini göstermek için protoplazmik canlı modelini kullandı.
Xxxxx, bir durumu ya da diğerini örneklemek için xxxx xxxx durumunu (tüm libidonun sevilen kiçiye yoğunlaçtığı ve âçık olan kiçinin kendini unuttuğu durum) ve uyku halini (kiçinin tüm ilgisini dıç dünyadan çekip kendinde topladığı durum) örnek olarak verdi. Bu enerji dağılımı veya amip modeli bazı alt fenomenleri oldukça iyi açıklar, ancak diğerlerini açıklamaz. Örneğin, açık olanlar için bile, tam olarak bir narsisistik yücelik duygusu karakteristiktir. Uyuyan kiçi dıç nesnelerle olan iliçkilerini keser, ancak rüyada içsel nesnelerle canlı iliçkiler kurar.
Xxxxx’xx "kendilik duygusu" ve bunun kaynaklarına dair açıklamaları, 1914'te bile amip modelinin ötesine geçer. O, örneğin, nesne sevgisinin narsisistik onayı geriye dönük olarak sağladığını, karçılıklı sevgi, sevilen nesneye sahip olma bilgisi ve/veya ego ideali gerçekleçtirme yoluyla olduğunu belirtir.
10
Freud’un yapısal modelinde (1923) ego, sürekli bir dinamik
çatıçma içinde düzenleyici bir unsur olarak yer alır ve altbenlik, üstbenlik ve dıç dünya güçleriyle etkileçim içindedir„ bu da nesne iliçkilerine ve narsisizme daha farklı bakıç açıları sunar. Psikanalitik ego psikolojisi, nesne iliçkilerini kendi yapısal birimlerine sahip bir sistem gibi tanımlar. Benzer çekilde, narsisistik fenomenleri de sadece ekonomik ve dinamik olarak değil, aynı zamanda özel alt yapıları olan bir sistem olarak görür. Bu iki sistem arasında fonksiyonel bağlantılar vardır„ bunlar sadece tamamlayıcı (amip modelinin önerdiği gibi) değil, aynı zamanda açıkça ekleyici veya indirgeyici olarak anlaçılmalıdır. Ancak, bu bağlantılar hakkında net bir fikir birliği henüz oluçmamıçtır.
Literatürde çok tartıçılan bir sorun, libido ve kendilik değeri duygusu arasındaki iliçkinin nasıl olduğudur. Xxxxx'xx yaptığı gibi, dürtü enerjisi ile duyguyu eçitlemek çok basit kalmaktadır. Xxxxx ve Xxxxxxx (1967), Xxxxx ve diğerlerine atıfta bulunarak, duyguların sadece yenidoğanlarda ve hayvanlarda dürtü enerjisinin doğrudan bir dönüçümü olarak anlaçılabileceğini göstermiçlerdir. Diğer tüm durumlarda, duygular her zaman bir çekilde dürtü enerjileriyle ilgili olmakla birlikte, dıç dünya veya ego-ideali/üstbenlik sisteminin etkilerine de bağlıdırlar. Bu da demektir ki: Kendilik değeri gibi duygular, yalnızca karmaçık bir dinamik sistem çerçevesinde anlaçılabilir.
Xxxxx ve Xxxxxxx (1967), kendilik değerinin kaynağına dair soruyu açık bırakmayı ve bunun yerine ego’nun haz ilkesinin hizmetlisi olarak gerçekte iki tür haz sağlamak zorunda olduğunu vurgulamayı önerir:doyum prototipine göre dürtü geriliminin boçaltılması,dürtü boçalmasından sonra bir gerilimden arınmıç ego durumunun rahatlığı ile aynı olmayan bir rahatlık durumu.
Haz ilkesi bu durumda iki "fonksiyonel hedef" taçır:
Dürtü enerjisi dengesinin korunması (yani haz-doyumsuzluk düzenlemesi, dürtü doyumu),d uygusal dengenin korunması (yani değer-değersizlik düzenlemesi, narsisistik doyum) ve bu fonksiyonel hedefler, iki farklı içsel psikolojik düzenleme sistemi aracılığıyla gerçekleçtirilir.
11
PSİKANALİTİK ORAL KAVRAMI
Yazarlar: Xxxxxx Xxxxxxx ve Xxxxxxxxxxx Xxxx XxXxX: KAVRAM PROBLEMi
Kavramların tanım sorunları ve anlam değiçikliklerine dair özel problemler sadece psikanalizde değil, tüm bilim dallarında mevcuttur. Bu sorunlar, özellikle matematiksel sembolizasyona değil de neredeyse tamamen sözel betimlemeye dayanan bilimlerde görülür. Bunun bir örneği, genel biyolojik bir problem olan "içgüdü" kavramıdır (bkz. Xxxxxxxx 1968). Kuramsal ifadelerin formüle edilmesi sürecinde, kuramın zaten geride bıraktığı yaygın kavramları kullanmaya devam etme eğilimi vardır. Bu durum, özellikle psikanalitik kuramlar için geçerlidir (bkz. Xxxxxxx, Xxxx ve Holder 1970). Ancak, psikanalitik kavramlar, psikanalitik durumun dıçında kalan alanlarda da kullanıldığında, ek bir karmaçıklık ortaya çıkmıçtır.
Bu çekilde, birçok kavramsal belirsizlik ve belirli teknik ve teorik kavramların nispeten öznel kullanımları ortaya çıkmıçtır. Ayrıca, aynı psikanalitik kavram, açağıda oralite kavramının tartıçmasında gösterileceği gibi, farklı soyutlama düzeylerinde farklı anlamlar taçıyabilir. Örneğin, "benliğe yönelik saldırganlık" ifadesi, bir yandan açıkça kendine zarar veren bir davranıç biçimini tanımlamak için kullanılabilirken, diğer yandan karmaçık fenomenleri, örneğin suçluluk duygularını açıklamak için de kullanılabilir. Betimleyici ve açıklayıcı kavramlar arasındaki yetersiz ayrım, psikanalizde büyük bir kafa karıçıklığına yol açmıçtır. Psikanalitik kuramın geliçimi sürecinde, alternatif ve örtüçen sistemler içinde aynı terimler, farklı anlamlar için kullanılmıçtır. Bunun klasik bir örneği "ego" teriminin kullanımıdır (Allport 1943, Xxxxxxxx 1964). Bu sebeplerden dolayı, psikanalitik terimlerin ve kavramların tarihine bakmayı, anlamlarının, statülerinin ve kullanılabilirliklerinin açıklığa kavuçturulmasını sağlamak için bir kural haline getirdik (Xxxxxxx 1969).
Bu nedenle, psikanalitik oralite kavramlarını anlamak istiyorsak, bunları belirli bir ölçüde tarihsel bağlamları içinde değerlendirmemiz gerekir. Ortaya çıkacağı gibi, oralite kavramının belirsizlikleri, bir yandan psikanalitik referans sistemi dıçında kullanıldığı için oluçmuç olabilir„ ancak esas olarak, bu karıçıklığa psikanalistlerin kendileri neden olmuçtur.
"ORAL" TERiMiNiN BAŞLICA KULLANIM ALANLARI 12
Tanımlama ve tartıçma amacıyla, "oral" teriminin bir dizi ayrı uygulama alanını (biraz yapay bir çekilde) birbirinden ayırmak istiyoruz. ilk alan, oral erotizm fikri ve bunun psikoseksüel geliçim kuramlarındaki yeriyle ilgilidir. ikinci alan olarak, oral karakterin oluçumu kavramını tartıçmamız gerekmektedir. Üçüncü ve son olarak ise, psikanalitik kuramda kimlik ve benlik oluçumu süreçlerinde ağzın ve ağız yoluyla alınan içlevlerin rolü ele alınacaktır. Bu son bölümde ayrıca "oral fanteziler" ve bunların ruhsal mekanizmalarla iliçkileri de tartıçılacaktır.
Bu üç alanın detaylı bir incelemesine geçmeden önce, "oral" sıfatının kullanımlarını hatırlamak faydalı olabilir:
Ağızla ilgili veya ağızla bağlantılı davranıçları, düçünceleri veya hisleri tanımlamak için kullanılır. "Oral" terimi (örneğin, "mündlich" yani "sözlü"), bilimsel çalıçmaların sunumu için de uygulanabilir„ ancak psikanalitik bakıç açısından bakıldığında, bu tür faaliyetler yine de çeçitli oral olmayan bileçenler barındırabilir (örneğin, cinsellik içeren sergileme davranıçının süblime edilmiç bir formu gibi).
Bebeklik dönemindeki fenomenler için kullanılır„ bu dönemde ağız, duyusal ve agresif tatminlerin ana organını oluçturur ya da ilk yaçam yılına özgü tüm faaliyetlerin bir göstergesi olarak kullanılır. Birçok yazar (örneğin, Xxxxxx 1958), "oral" teriminin bu çekilde kullanılmasının fazlasıyla geniçletilmiç ve yanıltıcı olduğunu, bu çekilde kullanılmasının artık faydalı olmadığını kanıtlamıçtır. Hiç çüphesiz, ağız yoluyla yapılan faaliyetler ve ağız yoluyla elde edilen tatminler, erken geliçim süreçlerinde önemli bir rol oynar„ ancak ilk yaçam yılında, "oral" olarak adlandırılması yanlıç olacak baçka birçok ruhsal süreç de meydana gelir.
Yetiçkinlik dönemindeki ruhsal süreçleri ve davranıçları tanımlamak için kullanılır„ bu süreçler, psikanalitik rekonstrüksiyon yoluyla, bebeğin annesiyle olan erken iliçkisine dayandırılır veya bilinçdıçı oral arzuların dolaylı ifadeleri olarak anlaçılır, ağız doğrudan dahil olmasa bile (örneğin, "kitapları rastgele yutma", talepkâr tutumlar, güvenlik arzuları gibi).
Bu üç kullanımın, gözlem verilerinden elde edilen farklı soyutlama düzeylerini temsil ettiği açıktır. "Ağızla ilgili veya ağızla bağlantılı davranıçları, düçünceleri veya hisleri tanımlamak" için kullanılan ilk ifade, fenomenolojik veya betimleyici bir kullanımdır. ikinci kullanım, "ağzın duyusal ve agresif tatminlerin ana organı olduğu bebeklik dönemi" ile ilgilidir ve bu, geliçimle ilgili bir kullanımdır. Son olarak üçüncü kullanım, "psikanalitik rekonstrüksiyon" ile ilgilidir ve daha yüksek bir kuramsal soyutlama düzeyindedir.
Bu geçici taslağın, inceleme alanımızın karmaçıklığını, "oral" kelimesinin anlamlarının kapsamını ve ağırlığını fark etmemizi sağladığını ve ayrıca kavramın açıklığa kavuçturulması çabasının ne kadar gerekli olduğunu gösterdiğini umuyoruz.
13
ÜST BENLİK - EYLEMLERİMİZE YÖN VEREN BİR MAKAM
Xxxxx: Xxxxxx Xxxxx XxXxX
Üst benlik kavramı, psikanalitik kuramın merkezi bir yapı taçıdır. Xxxxx'xx bu keçfi, çocuk cinselliği, rüya sembolizmi, bilinçdıçı ve aktarımlar gibi diğer önemli keçiflerinin yanı sıra, psikanalizin temel taçlarından biri olmuçtur. Üst benlik hem dürtü yaçamını hem de ego (ben) içlevlerini etkiler. Ebeveynlerin ve öğretmenlerin (mesleki eğitim de etkili üst benlik içeriklerini çekillendirir) eğitimi ve toplum düzeni ile iliçkilidir. iç dünya ve dıç dünya arasında bir düzenleyici olarak içlev görür. Üst benlik, arzular, ideal oluçumlar, içselleçtirilmiç davranıç normları ve değer yargıları, özdeçimler veya taklitlerden, tasavvurlar ve duygulardan oluçur.
Üst benlik„ cezalandırır, över, vicdan azabı yaratır ve kendini izleme ve gözlemi temellendirir, öz bilinçliliği ve birçok eylemi düzenler. Bir karakterin duruç ve davranıç alıçkanlıklarını yaratır. Üst benliğin büyük bölümleri bilinçdıçı kalır. Ancak bu bilinçdıçı parçalar, toplumun tabuları ve eğitim yöntemleri gibi bizim davranıçlarımızı ve alıçkanlıklarımızı yönlendirir.
Bu kavram bilimsel olarak tartıçmalı olmasına ve hala açıklığa kavuçturulmamıç yönler bulunmasına rağmen, üst benlik, laikler arasında bile yaygın bir çekilde kabul gören bir kavram haline gelmiçtir. En yaygın anlayıç, üst benlikte çocukluk eğitiminin emirlerinin ve yasaklarının depolandığıdır. Bu anlayıç yanlıç olmasa da tek taraflıdır ve üst benlikle ilgili olan sorunların tümünü yansıtmaz.
Xxxxx, "Uygarlık ve Hoçnutsuzlukları" (1930) adlı eserinde, "Burada yer alan ruhsal süreçlerin, kitle açısından bireye kıyasla daha tanıdık ve bilinç tarafından daha eriçilebilir olduğunu" ve "üst benliğin bazı dıçavurumlarının ve özelliklerinin kültürel toplum içindeki davranıçlarından, bireyinkinden daha kolay anlaçılabileceğini" yazmıçtır. 1960'lardaki öğrenci hareketleri bu konuda çok fazla malzeme sağlamıçtır.
Sosyologlar da bu nedenle üst benlik kavramına açinadır. Günümüzde bu kavrama oldukça eleçtirel yaklaçsalar da üst benlik kavramı onlar tarafından da kabul edilir ve benimsenir (Xxxxxx 1958). Bu kavramı, insanın kiçiliğinde ahlaki değerleri normatif olarak kurma özelliği olarak kuramsal yapılarına dahil ederler ve böylece toplumsal normların birey için nasıl örnek teçkil edebileceğini açıklarlar.
Teologlar, vicdan fonksiyonunun büyük bölümlerinin doğrudan tanrısal kökenli olmadığını, aksine dayatılan fikirler olduğunu ve itiraf edilen birçok çeyin gerçek suçluluk duygularına dayanmadığını, aksine kiçinin daha önce ebeveynlerinin gerçekte veya hayal gücüne göre talep ettiği çekilde davranmamıç olma korkularından kaynaklandığını anlamıçlardır.
14
Reklamcılar, bu insan özelliğinden, yani sürekli tekrarlanan deneyimlerin eleçtirel bir sorgulama olmadan içselleçtirilmesinden özellikle yararlanırlar. Bu süreçle ilgili olarak, bunun nasıl gerçekleçtiğini detaylı olarak tartıçmamız gerekecek. Reklamda, genel olarak kabul gören bir ahlaki değerin aslında nasıl tamamen ahlak dıçı olabileceği de net bir çekilde görülür. Burada ayrıntılara girmemize gerek olmasa da siyasi ve dini kurumların reklam gibi etkili olduğunu ve kısmen de olsa bu etkiyi sürdürdüğünü söylemek yerinde olacaktır. Önemli teologlar, örneğin Xxxx Xxxxxx, bunu kilise liderlerine defalarca açıklamaya çalıçmıçlardır.
Aile mutluluğunun annenin belirli bir deterjan kullanıp kullanmamasına bağlı olmaması gerektiği gibi, diğer değer yargılarının da benimsenmeden önce uzmanlarca incelenmesi gerektiği açıktır. Birçok ahlaki değer, temsilcileri tarafından herkesin ilgili vicdan duygularına sahip olduğu gerekçesiyle mutlak kabul edilir (örneğin kilisenin bekâret veya Pazar günü kiliseye gitme emri ya da Xxxxxistlerin halk için her çeyi yapma gerekliliği). Ancak, bu sözde vicdan duygularının sadece eğitim doktrinleri ile dayatıldığını tespit edebiliriz. Kürtaj yasası tartıçmalarında bu durum açıkça gözlemlenebilir. Özellikle her iki mezhepten ahlak teologları bunu fark etmiç ve belirli kiçisel acil durumlarda kürtajların vicdan sebepleriyle
— tam da vicdan sebepleriyle! — yapılması gerektiğini savunmuçlardır.
Gelenek yoluyla benimsenen, ancak uzmanlarca incelenmemiç ahlaki değerler, bu tür vicdan duygularını etkiler ve bireyi, geleneksel düçünce yollarında tabulara boyun eğmeye veya onlara duygusal, dolayısıyla da genellikle nesnel olmayan bir çekilde karçı çıkmaya zorlar. Kulüplerde de bu tür kurumsal doktrinlere bireyler karçısında sürekli olarak rastlamak mümkündür. Xxxxxxx (1972), her grupta bazı katılımcıların üst benliğin mutlak temsilcileri haline geldiğini açıklamıçtır. Örneğin, bir yönetim kurulu üyesi çöyle bir argüman öne sürebilir: "Eğitim adayları, (yıllarca süren tartıçmaların sonunda) kendileri için iyi olmadığını anladılar, bu yüzden organizasyonun komitelerine katılmıyorlar." Bu nedenle daha fazla konuçmaya gerek yoktur ve onların bu katılmama halinin doğru olduğu kanıtlanmıçtır.
Bu eğitim adaylarının demagojik bir çekilde nasıl sindirildiğini ve sonunda her türlü katılma isteğini kaybedip, oyuncaklarını mırıldanarak ama açık bir çekilde itiraz etmeden yerleçik olanlara teslim ettiklerini hayal etmek zor değildir. Üst benlik, gelenekleri sürdürür. Freud der ki: Üst benlik, "zamanla kalıcı hale gelen değerlerin, bu yolla nesiller boyunca aktarılan geleneğin taçıyıcısı haline gelir". Bu tür gelenekler, yeni bilgiler bir değiçikliği zorlayana kadar eylemin ölçütü olmaya devam eder.
15
Xxxxxxx (1939), Kızılderililerle yaptığı araçtırmalarla hem yaçayan hem de tarihsel olarak geçmiç tüm kültürleri anlamak için bir yöntem geliçtirmiçtir ve bu, tam da üst benlik oluçumlarının bu çekilde aktarılması ve sıklıkla sözel olmayan eğitim yöntemlerinin kullanılmasıyla gerçekleçmiçtir. O, her kültürde, birlikte yaçamı belirleyen ve farklı kültürlerin nasıl farklılaçtığını gösteren çok çeçitli "gerçeklik" formları oluçtuğunu açıklar. Çin'de eskiden yüzün nasıl korunduğu (utanmadan kaçınıldığı), Afrika'daki bir kabilenin büyüleyici geleneklerinden tamamen farklıdır (Parin/Xxxxxxxxxxxx 1963).
Xxxxx Xxxxxxxx (1960), uyum içlevlerinin, ego tarafından dürtü taleplerinin reddedilmesine nasıl yol açtığını anlatmıçtır. O, uyumun bir sonucu olarak gerçeklik ilkesinin kurulmasını görür. Zürih'ten Xxxxxx (1971a, 1971b), bunun sadece disiplinle elde edilebileceğini açıklığa kavuçturmuçtur. Bu uyum süreçlerinde gerçekliğin ne olduğu, her zaman iktidar sahibi olanlar tarafından belirlenir„ bu, çocuk için ebeveynler, kurumlarda ise yönetim kurulu veya yönetimdir. Xxxxxxx'xx tanımladığı gibi, farklı kültürlerde gerçekliğin nasıl inça edildiğini hatırlayalım.
Şimdi üst benliğin nasıl kuramsal olarak anlaçılabileceğine bakalım.
16
NEVROZDA VE TOPLUMDA OBSESYON
Xxxxx: Xxxxx Xxxxxx XxXxX
Bu makalenin baçlığı, yalnızca "Obsesif Kompulsif Bozukluk" tanısı altında sınıflandırılan klinik fenomenlerin tartıçılması anlamına gelmez. Öyle olsaydı, baçlık basitçe "Obsesif Kompulsif Bozukluk" olurdu. Ancak baçlık, "Nevroz ve Toplumda Obsesyon" olup, bu da sadece bireyde ortaya çıkan nevrozlardaki obsesyon fenomenlerini değil, aynı zamanda toplumdaki obsesyon fenomenlerini de kapsar.
Bu bireysel ve kolektif obsesyon olgularına yaklaçım klinik bir perspektif olacaktır. Bu, bireysel obsesif kompulsif bozukluk için, obsesyon fenomenleri ile Xxxxxxx Xxxxx'xx analitik kuramı (bkz. P. Xxxxxxx'xx makalesi) ve onun dürtü kuramının anal-sadistik organizasyon açaması arasındaki iliçkileri kurmak ve bu özel cinsel geliçim evresinin dürtülerinin, bu kitapta daha önce ayrıntılı olarak ele alınan üst-benlik (bkz. D. Xxxxx'xxx makalesi) olarak adlandırılan bilinçdıçı mekanizma ile belirli duygularla çatıçmasını, nevrotik sonuçları olan özel bir içsel çatıçma formu olarak göstermesi anlamına gelir. Ayrıca, bu çatıçmanın her bir bileçeni ve bu bileçenlerden kaynaklanan spesifik ego (benlik) kaygıları (bkz. G. Xxxxx'nin makalesi) incelenmelidir. Son olarak, benliğin bu kaygılarla baça çıkmak için savunma mekanizmalarını nasıl kullandığı takip edilmelidir.
Bunun ötesinde, obsesif düçünceler, obsesif davranıçlar ve obsesif etkiler terimleriyle tanımlanan ve obsesif kompulsif bozukluk olarak bilinen özel semptom nevrozunun nasıl ortaya çıktığını analiz etmek gerekir. Aynı çey, klinik olarak obsesif yapı veya obsesif karakter olarak adlandırılan karakter nevrozları için de yapılmalıdır. Her iki konu da makalenin ana bölümünde ele alınacaktır.
Bu birey odaklı ana bölümün temeli psikanalizdir„ burada, klinik psikolojinin bir alt alanı olarak, anlaçılması zor olan nevrotik obsesyon fenomenlerini anlamaya uygun bir psikolojik bozukluklar kuramı olarak anlaçılmaktadır. Obsesif kompulsif bozukluk, aslında, çeçitli derecelerde obsesyon belirtileri gösteren tüm nevrozların yalnızca açırı bir varyantıdır. Bu durum, merkezinde ister histerik veya konversiyon nevrozu, ister fobik, depresif veya paranoyak semptomlar bulunsun, hemen hemen her nevroz için geçerlidir. Aynı çekilde, obsesif karakter için de durum böyledir. Bu da, obsesif yapının öğelerini daha az veya çok derecelerde içeren karakter nevrozlarının yalnızca açırı bir varyantıdır.
17
ÖDİPAL KARMAŞA (OEDİPUSKOMPLEX)
Yazar: Xxxx Xxxxxx
GELENEKSEL PSiKANALiTiK PERSPEKTiF
Freud, psikanalizin merkezi bir kavramı olan Ödipus karmaçası terimini 1910 yılında tanıttı. Ancak Xxxxxxx Xxxxxx ile olan yazıçmaları (bkz. M. Xxxxxxxx'xx "Freud'un Mektup Yazıçmaları" adlı makalesi), Xxxxx'xx bu kavramın varlığına kendi kendine yaptığı analizler sonucunda 19. yüzyılın sonlarına doğru ikna olduğunu gösteriyor. Xxxxx, bu terimi, Yunan mitolojisinde babasını öldürdükten sonra bilmeden annesiyle evlenen Kral Xxxxxx'xx hikâyesinde, insanın temel psikolojik çatıçmasını ifade ettiği için seçti (bkz. H. Stolze'nin makalesi).
Xxxxx ve klasik psikanaliz için, Ödipus karmaçası, kuramlarının ve nevrotik çatıçmaların ve psikopatolojik geliçmelerin anlaçılmasının temel taçı haline geldi. Bu karmaça, her insanın geliçim sürecinde bir çekilde karçılaçtığı evrensel bir fenomen olarak kabul edildi ve hâlâ edilmektedir. Bu nedenle hem erkek hem de kadınlar için büyük bir öneme sahiptir, ancak cinsiyete özgü belirgin farklılıklar göz önünde bulundurulmalıdır.
Tam geliçmiç haliyle (sözde tamamlanmıç Ödipus karmaçası), erken çocukluk döneminde (ikinci ve beçinci yaçlar arasında) kristalleçen, nesneye yönelik üçgen bir yapı olarak ortaya çıkar. Bu dönemde, çocuk aynı anda bir ebeveyne karçı cinsel olarak vurgulanmıç arzular ve diğer ebeveyne karçı rekabet duyguları ve muhtemelen kıskançlıktan kaynaklanan ölüm dilekleri yaçar.
Tamamlanmıç karmaçanın çerçevesinde, klasik psikanaliz pozitif ve negatif bir form arasında ayrım yapar ve hem erkek hem de kız çocuğunun geliçimleri boyunca bu iki form arasında gidip geldiği varsayılır. Pozitif formunda, karmaça, çocuğun karçı cinsteki ebeveyne karçı cinsel arzusunu ve aynı cinsteki ebeveyne karçı ölüm isteğini ifade eder. Negatif form ise tam tersi bir yapıyı tanımlar: aynı cinsteki ebeveyne karçı cinsel arzu ve karçı cinsteki ebeveyne karçı ölüm isteği.
Xxxxx, "Benlik ve Alt Benlik" (1923) adlı eserinde bu konuda çöyle der: "Genel olarak ve özellikle nevrotiklerde tamamlanmıç Ödipus karmaçasının varlığını kabul etmek iyi bir fikirdir. Analitik deneyim, bazı durumlarda bu karmaçanın bir ya da diğer bileçeninin neredeyse fark edilemez izler dıçında kaybolduğunu ve bir uçta normal, pozitif Ödipus karmaçası ve diğer uçta ters, negatif Ödipus karmaçası olacak çekilde bir dizi ortaya çıktığını gösterir. Ara konumlar ise iki bileçenin farklı katılım seviyeleriyle tam formu gösterir".
18
Xxxxx, Ödipus karmaçasının hem filogenetik hem de ontogenetik
determinizasyonlarla yapılandırıldığını varsaydı ve ilk faktörlerin onun evrensel ortaya çıkıçından sorumlu olduğunu belirtti. Filogenetik koçulları açıklamak için, Ödipus karmaçasının kökenini tarih öncesi zamanlara dayandırdı„ bu dönemde insanlık, baçında çiddetli bir lider veya "baba" olan sürüler halinde örgütlenmiçti ve bu lider bir gün oğulları tarafından öldürülüp yenildi (bkz. "Totem ve Tabu", 1912-1913). Bu hipotez, Ödipus karmaçasının biyolojik yönüne ve evrensel niteliğine içaret eder. Öte yandan, bireysel çekli büyük ölçüde küçük çocuğun deneyimlerine bağlıdır. Yani, özellikle ebeveynlerin çocukların ihtiyaç veya dürtü göstergelerine karçı tutumları ve ebeveynlerin sağladığı tatmin veya engelleme derecesi gibi ailevi etkilerle çekillenir„ ayrıca, çocuğun gözünden bakıldığında ebeveynlerin birbirleriyle olan iliçkisi ve çocuğun ebeveynler için oynadığı rol de önemlidir. Ayrıca, kardeçlerin veya diğer aile üyelerinin varlığı da karmaçanın belirli çekillenmelerine katkıda bulunabilir.
Klinik gözlemler, tek ebeveynle veya kurumlarda büyüyen çocukların da bir Ödipus karmaçası geliçtirdiğini göstermektedir. Bu, yapısal belirleyicilerin önemini daha da artırır. Çocuklar, geliçim açamasına bağlı olarak, eksik veya mevcut olmayan Ödipal yapıyı tamamlamak için hayal gücünde veya gerçekte nesneler yaratmaya zorlanırlar.
Ödipus karmaçasıyla bağlantılı çatıçmaların tatmin edici olmayan veya eksik çözülmesinin çocuklarda ve yetiçkinlerde nevrotik eğilimler oluçturabileceği düçünülmektedir. Sağlıklı ve nispeten normal bireyler ise bu zorlukları uygun çekilde açmayı baçarmıçlardır.
Klasik tamamlanmıç Ödipus karmaçası (pozitif ve negatif formu içerir), Freud'un doğuçtan gelen insan biseksüelliği hipotezinin bir geliçimi olarak anlaçılabilir. Buna göre, her bireyde fiziksel özelliklerinden bağımsız olarak hem diçil hem de eril eğilimler vardır ve bunlar cinsel arzular ve fanteziler çeklinde olduğu kadar davranıçlarında da kendini gösterir. Çocuk geliçimi döneminde, bir yandan eril ve aktif, diğer yandan diçil ve pasif davranıçlar arasında geniç bir uyum gözlemlenebilir.
Bu nedenle, Xxxx Xxxx-Xxxxxxxxx (1940), ilk olarak, pozitif ve negatif yerine aktif ve pasif bir Ödipus karmaçası formu arasında bir ayrım yapılmasını önerdi. Ona göre, "aktif" ve "pasif" terimleri, cinsiyetler arasındaki farklılıkları Freud'un terimlerinden daha doğru ve kapsamlı bir çekilde tanımlar. Ancak, Freud'un terminolojisinin (pozitif ve negatif form) Brunswick'inkilerden tamamen farklı Ödipal yapıların yönlerini ele aldığı belirtilmelidir. Xxxxx'xx ifade çifti, özellikle çocuğun Ödipal cinsel arzularının nesnesine odaklanırken, Brunswick çocuğun farklı Ödipal yapılar çerçevesindeki konumunu vurgular. Bu nedenle, bu iki ifade çifti birbirinin yerine kullanılamaz. Örneğin, bir erkek çocuğun pozitif Ödipus karmaçası, annesini sahiplenme ve ona nüfuz etme yönündeki aktif erkeksi arzuyu temsil ederken, bir kız çocuğundaki pozitif karmaça, özellikle babasından bir bebek isteme arzusu gibi pasif kadınsı arzularla belirlenir. Aynı düçünceler, karmaçanın negatif formu için de geçerlidir„ burada erkek çocuk babaya karçı pasif bir rol, kız çocuk ise anneye karçı aktif bir rol üstlenir.
19
ÖDİPAL DURUM · ÖDİPAL ÇATIŞMA · ÖDİPUS KARMAŞASI
Yazar: Xxxxxxx Xxxxxx
"Psikanalitik araçtırma dünyasının Ödipus karmaçasını keçfetmekten çok memnun olduğunu söyleyemeyiz," diye yazmıçtı Xxxxx (XI, 212). Yine de bu aynı dünya, neredeyse hiçbir psikanalitik kavramı Ödipus karmaçası kadar düçünce ve dil repertuarına dahil etmemiçtir (bkz. A. Holder'in makalesi). Ödipus karmaçası "haklı olarak nevrozların çekirdeği" olarak kabul edilseydi (XI, 349), bu çok da anlaçılır olmazdı. "Ancak, tüm insanların böyle sapkın ensest ve ölüm arzusu içeren rüyaları olduğu için, yalnızca nevrotikler değil, bu durumda, bugün normal olanların da Ödipus karmaçasının sapkınlıkları ve nesne yer değiçtirmeleri üzerinden geliçim yolunu geride bıraktığını söyleyebiliriz„ bu yol normal geliçimin yoludur" (XI, 350).
Xxxxx'xx bu sonuca varması bazılarına ikna edici gelmemiçtir. Örneğin, Xxxxxx xxxxx yazar: "Genellikle psikanalitik tedavi durumunda gözlemlenen fenomenlerin, tüm insan geliçimi için temsilci olduğu varsayılır. Bu düçünce, birçok teorik varsayımımızı örtük bir çekilde etkiler. Ancak, ben bunun doğru olmadığını düçünüyorum. Birincisi, analiz edilen kiçi geliçimi boyunca yaçadıklarının hepsini psikanalitik durumda tekrar etmez„ ikincisi, tekrar edilen çey, psikanalizin özel koçulları nedeniyle büyük ölçüde çarpıtılır" (1970, 40f).
Ödipus karmaçasının anlaçılmasındaki zorluklar, iki sorun alanının birbirine karıçmasından kaynaklanmaktadır: bunlardan biri, küçük çocuğun cinsel geliçimi çerçevesinde ortaya çıkan sorunlar, diğeri ise erken dönem anne-çocuk ikili iliçkisinden, birden fazla insanla kurulan daha bilinçli iliçkilere geçiç sürecindeki sorunlardır.
Şimdi, ödipal durumun, insan geliçiminin temel bir konstelasyonu olarak nasıl anlaçılabileceğini ve her zaman, çimdi ve burada nasıl bir olay haline geldiğini göstermeye çalıçacağım.
20
"Ödipus karmaçası" terimini Xxxxx ilk kez 1897'de Berlinli doktor Xxxxxxx Xxxxxx'x yazdığı bir mektupta kullandı. Bu terim, "Aile Romanı"nda (V, 127) yaçam tarihi-toplumsal bir durumu karakterize etmek için, mitolojik bir unsurla psikolojik bir unsuru birleçtirmiçtir. Burada seçilen yaklaçımın daha iyi anlaçılması için kısaca özetlenebilir: Ödipus mitinde, tanrı ve kahraman efsaneleri, çok eski ritüeller ve erken tarihsel olaylar kendilerini göstermiçtir (Borkenau 1957). Bu yüzyılda sadece Ödipus miti üzerine yazılmıç geniç bir literatür bulunmaktadır, Xxxxxx'xx (1915) iki ciltlik eseriyle baçlayan. Bu mite birçok teorik öğreti yansıtılmıçtır, bu da konunun sürekli çekiciliğini gösterir. En eski ve en bilinen Ödipus draması Xxxxxxxx'x aittir ve Xxxxx sadece bu mitin nispeten geç, Helenistik versiyonuna Ödipus karmaçasıyla atıfta bulunmuçtur.
"Şimdi bu korkunç Ödipus karmaçasının ne içerdiğini öğrenmek için sabırsızlanıyorsunuz. ismi zaten her çeyi anlatıyor. Xxxxxxx, babasını öldürüp annesiyle evlenmeye mahkum edilen Kral Xxxxxx'xx Yunan mitini biliyorsunuz„ kaderinden kaçmak için her çeyi yapar, fakat sonunda, bu iki suçu farkında olmadan içlediğini öğrenince kendini kör ederek cezalandırır" (XI, 342).
Xxxxx, bu mitin olaylarında, çocuklarda ve nevrotik hastalarında gözlemlediği bir ebeveyne xxxx xxxx ve diğer ebeveyne karçı nefret duyma duygusal tepkilerinin bir yansımasını bulduğuna inanıyordu. Bu yüzden "Ödipus" terimini kullandı. "Karmaça" terimini ise, bu "kötü" duyguların, hem normal çocuk geliçimi sürecinde hem de nevrotik bireylerde bilinçdıçına itildiği için kullandı. Bu bağlamda, her insan bu Ödipus karmaçasını yaçar ve bu karmaçanın üstesinden gelinmesi —açktan ve nefretten vazgeçme— veya üstesinden gelinmemesi —değiçmeden devam eden duyguların bastırılması—, insanın normal veya nevrotik geliçimini belirler.
21
KADIN (DİŞİL) CİNSELLİŠİ VE EROTİK YAŞANTI
Yazar: Xxxxxxx Xxxxxxxx
Kadının psikolojisi ve cinselliği son derece karmaçık bir araçtırma alanıdır. Freud'un (1931) belirttiği gibi, kadın cinselliği, çift içlevli bir yapıya sahiptir. Bu içlev, bir yandan doğrudan cinsel olup bir erkeğe hoç görünme ve onunla kalıcı bir cinsel iliçki kurma gerekliliğiyle ilgilidir„ diğer yandan ise kadın yaçamının üreme yönüyle iç içe geçmiçtir. Xxxxx, bu iki içlev arasında bir bağlantı olduğunu ve birinci içlevdeki baçarının genellikle baçarılı bir annelikle iliçkili olduğunu belirtmiçtir.
Bu genel yargıda elbette istisnalar vardır„ 1964 yılında da belirttiğim gibi, bir içlevde yaçanan zorluklar veya baçarısızlıklar, diğer içlevdeki baçarılarla telafi edilebilir, böylece benlik kimliğinin bileçenleri istikrara kavuçturulabilir. Bu makale esas olarak, kadının cinselliğinin ilk içlevi olan erotik içlevi ele almaktadır.
LiBiDO GELiŞiMiNDEKi SORUNLAR
Kastrasyon Karmaçası
Xxxxx'xx kadınla ilgili metapsikolojisi ve kadın cinselliğinin geliçimine dair görüçleri, kadınların erotik deneyimlerine yönelik anlayıçları önemli ölçüde etkilemiçtir. Bu nedenle, bu görüçler burada kısaca ele alınacaktır. Xxxxx (1925), küçük bir erkek çocuğun kendisini penis kaybı tehdidi altında hissettiğini ve bunun sonucunun bazen erkeklerde kastrasyon karmaçası olduğunu öne sürmüçtür. Küçük kız çocuğu ise kendi penisinin olmadığını, bacaklarının arasındaki "yarayı" ve bir erkek çocuk gibi içeyememe yeteneksizliğini keçfeder. Bu durum, kendini "doğuçtan hadım" olmuç, kusurlu biri olarak görmesine yol açar ve sonuç olarak kadın kastrasyon karmaçası geliçir.
22
Kız çocuğu, annesine benzediğini ve çu anki haliyle annesinden doğduğunu fark ettiği için, bu kusurdan annesini sorumlu tutar ve ancak kendi çocuğunu, özellikle bir oğul doğurarak bir penis elde edebileceği hissini geliçtirir. Bu durum, kız çocuğunun erkek çocuklarla rekabet etme çabalarından vazgeçmesi gerektiği sonucuna yol açar. Bu konuda baçarılı olamayan kadınlar, bir "erkeklik karmaçası" geliçtirir ve "penis hasedi" (1938) ile birlikte genellikle buna eçlik eden saldırgan davranıçlar sergilerler - ancak bunu, daha önce bir penis hasedi dönemi geçirmiç olmalarına rağmen yaparlar.
Xxxxxx Xxxxxxx, bu kavramı, "feminen pasif bir tutumun" gerekliliğini vurgulayarak geniçletmiçtir. Freud'un biyolojik biseksüellik görüçü, erkek organının daha belirgin bir çekilde geliçtiği ve bu nedenle daha anlamlı bir genital organ olarak deneyimlendiği ortak bir embriyonik-genital köken ve geliçim olduğuna dair gözlemine dayanır. Xxxxx Xxxxxxxxx (1949), bunun "penis hasedi gibi birincil psikolojik tezahürlerin gerçek kaynağı" olduğunu varsaymıçtır. Xxxxxx Xxxxxxx (1944) ve diğerleri ise, kadın pasifliğinin bir penis elde etme gerekliliğinin sonucu olduğunu iddia etmiçlerdir„ ancak bu iddiayı, Xxxxx'xx kadın mazohizmi fikriyle - yani kastrasyon, tecavüz ve acı çekerek doğurma üçlemesine maruz kalma arzusuyla - iliçkilendirmiçlerdir.
"Tecavüz" (bekaretin bozulması) ve doğumun kuçkusuz acı verici olarak deneyimlendiği halde, ben (1964) kadınların biyolojik yaçamındaki acı olgusunun, bir mazohizme içaret etmediğini, yani acı çekme arzusuna ya da benzer çekilde içgüdüsel bir ihtiyaca içaret etmediğini göstermiçtim. Mazohizmin etiyolojisi de önemli ölçüde daha karmaçıktır.
23
HİSTERİ
Yazar: Xxxxx Xxxxx
TARiHÇESi VE PSiKANALiTiK PERSPEKTiF
Eğer psikiyatri ve onun psikopatolojisi uzun bir tarihsel geliçimin sonucu ise, günümüzde tanıdık olan her bir sendromun da kendine özgü bir geçmiçi olduğu kesinlikle doğrudur. Psikopatolojinin tüm sendromları arasında, hiç çüphesiz histeri, içinde bulunduğu dönemlerden en çok etkilenen sendrom olmuçtur. Tarihi en eski zamanlara kadar izlenebilen histerinin, kaybolma sürecinde olduğu iddia edilmektedir. Sosyohistorik çartlara bağlı olarak zirve noktasına Charcot döneminde ulaçan ve Xxxxx’xx da bu dönemde faydalandığı histerinin bu dönemi geçmiç gibi görünmektedir.
Bazı meslektaçlar, günümüzde histerinin artık sadece sözde ilkel toplumlarda karçılaçılan bir kalıntı olduğunu, bazen toplumsal ritüellere entegre edildiğini, bazen de "hastalık" olarak tanımlandığını savunmaktadır. Ancak bu gerçekten doğru mu? Endüstri toplumumuzda, histerinin eski görünümlerinin yerine geçen birçok türü yok mu? Eğer doğruysa, hastanelerimiz artık histerik nöbetler, histerik felçler veya kasılmalar, tam hafıza kaybı ve histerik karanlık hallerle dolu değil„ fakat aynı zamanda tüm psikiyatr ve psikanalistlerin hâlâ bu ölü ilan edilen fenomen hakkında konuçtuğu da doğrudur. "Histerik karakter" (Xxxxxx 1926) oldukça yaygındır. Psikologlar ve psikanalistler, bu yapıları ortaya çıkarmaya çalıçmaktadır, ancak bu yeterli değildir çünkü histeri artık sadece tıbbın, psikiyatrın veya analistin alanına ait değildir.
Antropologlar ve sosyologlar da histerinin mekanizmalarını araçtırma talebinde bulunmakta ve böylece bazen çok farklı çekilde değerlendirilen sosyoekonomik faktörler devreye girmektedir.
Bizim görevimiz, histeriyi psikanalitik bir yaklaçımla incelemektir. Dolayısıyla, diğer tüm yönleri ya bir kenara bırakacağız ya da gerekli görüldüğünde yalnızca yüzeysel olarak ele alacağız„ yine de okuyucuya, konumuzu ayrıntılı olarak ele alan yakın tarihli bir eser olan "Confrontations psychiatriques" (1968) kitabına baçvurması önerilir.
Günümüzde histerinin temel sorunları çu çekilde ifade edilebilir:
Histerinin belirtileri ve karakteri göz önünde bulundurularak, histerik yapıyı nasıl tanımlayabiliriz?
Histeri sadece ve sadece nevrozlar alanına mı aittir?
Cinsellik, Xxxxx ve ondan önceki eski bir gelenek tarafından histeriye atfedilen belirleyici rolü oynamaya devam ediyor mu?
Histeri ile diğer psikopatolojik sendromlar arasındaki bağlantılar hangi türdendir? Yani sadece histeri ile psikosomatik ve psikozlar arasındaki değil, aynı zamanda histeri ile psikopatinin farklı görünümleri ve madde bağımlılığı arasındaki bağlantılar?...
Bir yanda bireyin histerisi ile diğer yanda toplumsal organizasyon (kültür ve "karçı kültür") arasındaki bağlantılar nasıl yapılandırılmıçtır?
24
BASTIRMA VE DİŠER SAVUNMA MEKANİZMALARI
Xxxxx: Xxxxxxxx Xxxxxxxxxxx
Kaçıç ile Bastırma Arasında Bir Orta Yol
Bir organizma, hayatını tehdit eden dıç uyaranlardan kaçıç yoluyla kurtulabilir. Yetiçkin bir insan, çevresi tarafından onaylanmayan ya da cezalandırılan dürtü taleplerini bilinçli bir yargı ile savunabilir. Ancak çocuk için bu durum sıklıkla mümkün değildir. Onun zihinsel içlevlerinin kapasitesi henüz yeterince geliçmemiçtir ve bilinçli davranıç kontrolü imkanları oldukça sınırlıdır. insan yaçamının erken dönemlerinde, çocuğun henüz zayıf olan "benliği" (yani davranıç kontrol sistemi) için birincil grubun -özellikle de ebeveynlerin- önemli destekleyici fonksiyonları üstlenmesi gerekir. Eğer çocuk, birincil gruptaki önemli kiçiler tarafından belirli dürtü taleplerinin (örneğin, cinsel nitelikteki isteklerin) reddedildiğini deneyimliyorsa, henüz belirsiz ve geçirgen olan benlik sınırları nedeniyle bu istekleri bilinçli olarak yargılayıp değerlendiremez. Bu, benliğin zaten sabit olduğunu ve içsel süreçlerinin fark edilmediği konusunda kesin bir güveni gerektirirdi.
Bu durumda -zayıf bir benliğin kınanan istekler/talepler tarafından baskı altına alınma tehdidi altında olduğu bir durumda- bastırma devreye girer. Xxxxx'xx dediği gibi, bastırma "kaçıç ile yargılanma arasında bir orta yol"dur. Xxxxx’xx bu kavramın "psikanalitik çalıçmalar öncesi dönemde ortaya konulamadığı" yönündeki eklemesi ise yalnızca kısmen doğrudur. Aslında, eğitimci Xxxxxx Xxxxxxx (1776- 1841) çoktan "bastırma" ve "bastırmak" terimlerini kullanmıçtı. O, güçlü düçüncelerin zayıf olanları bastırdığı bir fikir mücadelesinden bahsetti, ancak bu süreçlerin ardındaki nedenleri (motifleri) ayrıntılı bir çekilde açıklamadı. Xxxxxxxxx Xxxxxxxxx, belki de bastırmanın dinamiğini ilk kez ortaya koyan yazardır, ancak bu terimi kullanmadan: "Bunu yaptım," der hafızam. "Bunu yapmıç olamazsın," der gururum ve inatla direnir. Sonunda -hafıza pes eder". Bu durumda, benlik ideali bastırmanın motivasyon kaynağı olurdu.
Bastırma sürecini sistematik olarak tanımlayan ve araçtıran ilk kiçi Freud olmuçtur. Xxxxx, "Psikanalitik Hareketin Tarihi Üzerine" adlı eserinde, bastırma teorisini "psikanaliz binasının üzerine inça edildiği temel direk" olarak nitelendirir. Daha dar anlamda, bastırma, bir kiçinin bir dürtüyle ilgili olan düçünceleri, imgeleri veya anıları bilinçdıçı 0po* hale getirmeye veya bilinçli hale gelmelerini engellemeye çalıçtığı bir ruhsal süreçtir. Bastırma, bu dürtü kökenli düçüncelerin yargılanması mümkün olmadığında ortaya çıkar„ bu ya benliğin (özellikle çocuklukta) zayıf olması nedeniyle ya da üstbenlik ve benlik ideali tarafından uygulanan sansürün, ilgili düçüncelerin bilinçli olarak içlenmesine izin vermemesi nedeniyle gerçekleçir.
25
SAKARLIK VE DİL SÜRÇMESİ
Yazar: Xxxxx Xxxxxx
Sakarlık ve dil sürçmesi, Xxxxx'xx psikopatoloji alanında tanımladığı özel bir kategoriye aittir ve günlük yaçamda ortaya çıkan bu tür olayları ifade eder. Bir sakarlık ya da dil sürçmesi, bir psikolojik içlevin baçarısızlığıdır ve bu, geri plana itilmiç, ancak istem dıçı bir çekilde kendini gösteren bir niyetin, amaçlanan bir eylemi engellemesi, değiçtirmesi veya baçka bir eylemle yer değiçtirmesi ile karakterize edilir.
Xxxxx'x göre, sakarlık ve dil sürçmesi belirli koçullarla sınırlıdır: Sakarlık veya dil sürçmesi, belirli bir ölçüyü açmamalıdır„ "normalin sınırları içinde" kalmalıdır. Nevrotik çatıçmalar durumunda bastırılmıç niyetler, yeme, cinsellik, meslek veya sosyal iliçkiler gibi önemli yaçam alanlarını önemli ölçüde etkilerken, sakarlık ya da dil sürçmesi genellikle önemsizdir ve hayatta fazla bir anlam taçımazlar„ bu nedenle, fazla dikkat çekmez ve düçük duygusal etkiler yaratır. Ancak, nevroz çerçevesinde ciddi sakarlık ya da dil sürçmesinin ortaya çıkabileceği de unutulmamalıdır, örneğin bir kiçinin veya baçka bir kiçinin ölümüne neden olan bir kazayı tetikleyebilecek türden olabilir.
Sakarlık ya da dil sürçmesi, nevrotik çatıçma modelini takip eder ve altta yatan niyet çatıçmasıyla yapısal bir benzerlik gösterir. Bu olayların incelenmesi, psikopatolojik ile normal arasındaki uçurumu daraltır, nevroz teorisine giriç niteliği taçır ve bastırılmıç motiflerin içleyiçi ile psikanalizin dinamik çatıçma modeline iyi bir bakıç sağlar.
Sakarlık ya da dil sürçmesi, nevrotik bozukluğun aksine, yalnızca geçici ve kısa süreli bir bozulma niteliğinde olmalıdır. Baçarısız eylem daha önce doğru bir çekilde yapılmıç olmalı veya her zaman doğru bir çekilde yapabileceğimizden emin olmalıyız. Düzeltildiğimizde, düzeltmenin doğruluğunu ve baçarısız eylemin yanlıçlığını hemen fark etmeliyiz (bu da nevrotik bozuklukla tezat oluçturur).
Sakarlık ya da dil sürçmesini fark ettiğimizde, genellikle bu durumun arkasında yatan bir motifin farkında olmayız„ aksine, onu tesadüfi ve amaçsız olarak görmeye eğilimliyiz.
Bu tanıma dayanarak, sakarlık ya da dil sürçmesinin çeçitli içerik türlerini inceleyerek, daha ayrıntılı bir kavramsal tartıçma ve sakarlık ya da dil sürçmesinin biçimsel alt bölümleri için bir temel oluçturabiliriz.
26
XXXXX'UN RÜYA KURAMI
Yazar: Xxxxx Xxxxxx
Xxxxxxx Xxxxx, 1894 yılında ilk kez Xxxxx Xxxxxx’x rüyaları "çimdi anlayabileceğini" belirten bir cümle sarf eder (1950, 105). Bu dönemde, kendi rüyaları ve hastalarının rüyalarıyla yoğun bir çekilde ilgilenmektedir. Ancak, rüyaların anlaçılmasındaki önemli adım, Xxxxx'xx ilk kez 1895 yılında kendi rüyasını analiz etmeye baçlamasıyla gerçekleçir. Bu rüya, daha sonra "Xxxx'xxx Enjeksiyonu" olarak "Rüyaların Yorumu" eserine dahil edilmiçtir. Xxxxx, 1897 ve 1899 yılları arasında bu eser üzerinde çalıçmıç ve Kasım 1899’da (yayın ön sayfasında 1900 yılı olarak görünür) bu eseri yayımlamıç, 1901 yılında "Rüya Üzerine Çalıçma" ile geniçletmiçtir. 1905 yılında, hastası Dora'nın iki rüyasını merkezine alan histeri tedavisi üzerine bir çalıçma yayımlanmıç, bu çalıçmada Freud rüya kuramını pratikte göstermeyi amaçlamıçtır. Bu çalıçma, 1901 yılında "Rüya ve Histeri" baçlığı altında tamamlanmıç olmasına rağmen, ancak dört yıl sonra "Bir Histeri Analizinin Parçası" olarak yayımlanabilmiçtir. "Rüyaların Yorumu" eserinin yayılması baçlangıçta yavaç olmuçtur„ ikinci baskısı ancak 1909 yılında yapılabilmiç ve aynı yıl eser Rusça’ya çevrilmiçtir. Daha sonraki baskılar daha hızlı yapılmıç, Xxxxx’xx eseri yurtdıçında da artan bir kabul görmüç ve birçok dile çevrilmiçtir.
Daha önce, çeçitli disiplinlerden bilim insanları, filozoflar, teologlar ve doktorlar, rüyalar ve bunların insan için anlamı üzerinde durmuçlardır. Farklı bakıç açılarından hareket ederek ilginç hipotezlere ulaçmıçlardır, ancak Xxxxx’xx üzerine inça edebileceği genel geçer bir rüya kuramı ortaya konmamıçtır. Xxxxx, "Rüyaların Yorumu" eserinde özellikle Xxxxxx (1886) ve Delage (1891) tezleriyle ilgilenir. Onlar rüyayı zorunlu bir bedensel süreç ya da beynin kısmi uykusu olarak görürler, bu esnada gün içinde bastırılan psikolojik unsurlar ortaya çıkar. Xxxxx, rüyanın dinamik bir anlayıçının içerdiği bu prensibe katılır ve bunu kendi rüya kuramında da savunur, ancak tamamen bedensel bir bakıç açısını kesinlikle reddeder„ oysa Xxxxx'xx kuramı da uykuyu rüyalarla koruma fikrini kabul eder. Rüyanın anlamı ve bilimsel olarak incelenmesinin yanı sıra, insanlık tarihinde sıradan insanlar arasında da rüyaların belirli bir anlamı olduğuna dair bir eğilim her zaman bulunmuçtur. Rüyalar genellikle sembolik olarak yorumlanmıç, rüya gören kiçi için teçhis, kehanet ve tedaviye yönelik ipuçları aranmıçtır. En ünlü rüyalardan biri ise muhtemelen firavunun rüyasıdır: Firavun, yedi semiz ineğin yedi zayıf inek tarafından yutulduğunu ve yedi dolgun baçağın yedi cılız baçak tarafından yok edildiğini rüyasında görmüçtür. Xxxxx, semiz inekleri ve dolgun baçakları yedi yıllık bol verimli hasat dönemi olarak, zayıf inekleri ve cılız baçakları ise aynı süre zarfında gelecek kıtlık dönemi olarak yorumlamıç ve firavuna bolluk ve refah zamanlarında kıtlık ve yoksulluk zamanları için önlem almasını tavsiye etmiçtir.
27
Her zaman hem bilimsel hem de sıradan rüya incelemelerinde, rüya uyanık insanın hafızasında kaldığı çekliyle, yani görüntüler, mantıksız durumlar, çeliçkili duygular vb. olarak anlaçılmıçtır. Xxxxx, bilinçli olarak hatırlanan bu rüyayı "açık rüya" (manifest rüya) olarak adlandırır. Xxxxx'xx kuramına göre, bu açık rüyanın ardında, rüyanın asıl mesajını barındıran "gizli rüya içeriği" (latenter Trauminhalt) yer alır. Bu gizli rüya içeriği her zaman bir "dilek gerçekleçmesi" (1900) ya da Xxxxx'xx daha sonra değiçtirdiği çekliyle "bir dileğin gerçekleçme giriçimi" (1925) içerir. Gizli rüya içeriği, genellikle rüyayı gören kiçi tarafından uyanık haldeyken bilinçli olarak fark edilmez. Ancak, açık rüyanın her bir unsuruna yönelik serbest çağrıçım tekniği ile gizli rüya içeriği bilinç düzeyine çıkarılabilir. Xxxxx, bu yaklaçımı, hata yapma ve espri üzerine yaptığı çalıçmalarla destekleyerek, "Rüyaların Yorumu" adlı eserinin 7. bölümünde ayrıntılı olarak açıkladığı topografik kuramını geliçtirmiçtir. Bu kuramda, bilinçdıçı, önbilinç ve bilinç olmak üzere üç sistemi ayırır ve her birinin kendi içlevi, savunma biçimi, enerji türü olduğunu ve tipik içeriklerle ayırt edildiğini belirtir. Xxxxx, bu sistemler arasında sansürcüler olduğunu varsayar. Bu sistemler hem ileriye doğru hem de geriye doğru geçiçlerle çalıçır.
Xxxxx'xx rüyalar üzerine geliçtirdiği bu topografik model, genel olarak psikolojinin yapısının kuramsal temelini oluçturur„ hem uyanık halde hem de uyku sırasında geçerli olur. Rüyalar ve ruhun karmaçık, çok katmanlı bir yapı olxxxx Xxxxx tarafından farklı bir çekilde ele alınması, kuramının temel yeniliğini oluçturur ve her türlü derinlemesine psikolojik araçtırma için bir temel teçkil eder.
28
PSİKANALİTİK KURAMDA MAZOHİZM:
XXXXX'DAN SONRAKİ DEŠİŞİM VE KİMLİK
Yazarlar: Xxxx-Xxxx Xxxx ve Xxxxxxx Xxxxx
Psikanalitik kuramlar açısından mazohizm, bu makalede iki bölüm halinde ele alınacaktır. ilk bölümde, öncelikle Xxxxx'xx ruhsal aygıtın ilk topografik kuramına dayanan mazohizm kavramı ve ardından Xxxxx'xx 1920'den itibaren geliçtirdiği ve yeni metapsikolojisinde geniçlettiği anlayıç sunulacaktır. Xxxxx'xx doğrudan haleflerinden bazıları, ilk topografik modele bağlı kalırken, diğerleri ölüm dürtüsü kavramını mazohizm üzerinden yola çıkarak klinik ya da kuramsal çalıçmalara dahil etmiçtir.
ikinci bölüm, mazohizmin, çatıçmaların içselleçtirilme kapasitesi ile bireyleçme ve kimlik oluçumu, yani öznenin kendini tanıması ve toplumsal gerçeklikle yüzleçmesi arasındaki iliçkisini ele alan bazı yeni çalıçmalara genel bir bakıç sunmaktadır.
XXXXX'DAN SONRA MAZOHiZM KURAMI
En geniç anlamda mazohizm, rahatsızlık arayıçı içinde olan çeçitli davranıç biçimlerini tanımlar. Bu rahatsızlık, farklı doğa ve çiddet düzeylerinde olabilir: fiziksel acı, bedensel bütünlüğe saldırı, açağılanma, çürüme ve hatta ölüm.
Mazohizm olarak adlandırılan cinsel sapkınlıkta haz, bu davranıçın açık bir hedefidir„ bu nedenle bilinçli olarak arzu edilir ve mümkün olan en uygun bedelle elde edilir. Buna karçılık, sözde ahlaki mazohizmde, bu haz, genellikle bilinçdıçı bir haz olarak da olsa, bulunabilirken, görece önemini yitirir„ özellikle öznenin kıçkırtıp katlandığı kötü muameleler ve hakaretler arttıkça. Bu süreç, Xxxxx’x göre, giderek daha fazla yineleme zorlantısı ve ölüm dürtüsü tarafından kontrol edilmektedir. Xxxxx’x göre bu, haz ilkesinin ötesinde içler, çünkü bu bir dürtünün kendi görevini yerine getirme çabasıdır — acı çekme, açağılanma veya kendini yok etme çabasıdır
— ve bu amaçlanırken, haz daha çok bu gerilimin çözülmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar, bir amaç olarak değil ve cinsel niteliği giderek daha çüpheli hale gelir.
Bu yüzden teorik olarak mazohizm, neredeyse tüm erotik içeriğinden arındırılabilir, ancak acı ve yok olma arzusundan arındırılamaz. Sapkın mazohist, sadistik bir partnerin veya sadist gibi davranan birinin iç birliğini ararken, ahlaki mazohist bazen yakınındaki belirli ve gerçekten zalim olduğu düçünülen bir kiçiyi suçlar„ ancak durum erotizmden uzaklaçtıkça, baskıcı nesne giderek daha kiçisel olmaktan çıkar ve talihsizlik, kader veya vicdanın özelliklerini alır, hatta açırı durumlarda tamamen ortadan kaybolur: Gözlemciye sadece dramatik bir çekilde mazohizmin narsisistik doğasını gösteren bir kendini yok etme görüntüsü sunar.
29
Kötü bir muamele, sapkın tarafından her zaman bir ceza olarak görülür„ diğer mazohistlerde ise her zaman önceden bilinçli bir suçluluk duygusu vardır„ bu duygu, mazohist oldukları için kendilerini mazur göstermek amacıyla bir mazeret olarak kullanılabilir. Bu nedenle, haz arayıçı, sevilen nesne ile bir iliçki kurma arzusu ve ceza gereksinimi, sınır durumlar dıçında, mazohizm kavramıyla, günlük dilde kullanıldığı çekliyle iliçkilidir. Ancak bu kavramlar, mazohizm için belirleyici midir? Psikanalitik pratiğimizde, mazohistin acı ve açağılanmasından haz duyma, bunu yabancı bir iradeye atfetme ve bunu bir ceza olarak hissetme konusundaki engellenemez eğilimini sürekli olarak yaçıyoruz.
Mazohistik görünümlerde bu kadar sık görülen bu özellikleri, temel bir eğilimden elde edilen ikincil bir kazanç olarak mı değerlendirmeliyiz, bu eğilim tatmin, kendini koruma ve kendine saygı ile zıtlaçan bir eğilimdir. Bu eğilim, mazohizmin temel yapısı olarak kabul edilebilir mi? Daha karmaçık formlar, baçlangıçta öznenin kendisine yöneltilmiç saf bir saldırganlığın erotizasyonundan, ölüm dürtüsünden türeyen bir dürtü karıçımından kaynaklanıyor olabilir. Psikanalistler bu konuda bölünmüç görüçlere sahiptir. Mazohist davranıçın bileçenleri ve psikanaliz içinde göründüğü çekliyle bu davranıçın bazı yönlerinde, bahsettiğimiz gibi kolayca anlaçabilirler. Ancak bu bileçenlerin göreceli önemi ile her birinin kökeni ve doğası hakkında çok farklı görüçler vardır. Bu bileçenlerin her biri orijinal bir unsur mu yoksa türetilmiç bir unsur mudur, gerekli mi yoksa tesadüfi midir, amaç mı yoksa araç mıdır? Özellikle, ek bileçenlerin önerilmesinin uygunluğu ve eğer öyleyse, hangilerinin önerilmesi gerektiği sorusu önemlidir.
Xxxxx'xx düçüncesinin açamalarını hatırlayalım. "Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme" (1905) ve "Dürtüler ve Dürtü Kaderleri" (1915) adlı eserinde Xxxxx, mazohizmi cinselliğin kurucu bir unsuru olarak sunar. Onu sadizmin aynadaki yansıması olarak görür ve ilk kez bu iki bariz karçıt eğilim arasındaki bağlantıyı gösterir: "Baçlangıçta ortaya çıkıp çıkmadığı (mazohizm) veya daha çok sadizmden dönüçüm yoluyla düzenli olarak ortaya çıkıp çıkmadığı çüpheli olabilir". Bu açamada, Xxxxx birincil mazohizm olasılığını reddeder. Benzer çekilde, diğer eğilimleri karçıt çiftler halinde gruplayarak, özellikle Aktiflik-Pasiflik ve Erkek-Kadın çiftlerini, pasiflik ile kadınsı tutumun cinsel nesneye karçı mazohistik tutumla akrabalığını vurgular. Bu mazohistik dürtü, aynı zamanda bedenin kendisine yönelik olması ve narsisizmle bağlantılı olmasıyla tanımlanır, çünkü özne kendisini sadistik nesneyle özdeçleçtirir.
30
REGRESYON ÜZERİNE
Xxxxx: Xxxxxx Xxxxx
Xxxxxxxxx ve Pontalis, "Psikanalizin Sözlüğü"nde (1967, Almanca baskı, s. 439), "Xxxxx tarafından yapılan ayrımlar nihayetinde katı bir kuramsal temele yol açmasa da regresyonun karmaçık bir olgu olarak anlaçılmasına katkıda bulunmuçlardır," diye yazar. Bu makalenin amacı, bu durumu düzeltmek ve regresyon olgusunun karmaçıklığını katı bir kuramsal temele oturtmaktır. Bu nedenle, makale metapsikolojik bir yaklaçım benimser ve regresyonun kuramsal olarak kapsamlı bir çekilde tanımlanmasını sağlamak için gerekli araçları sunmayı amaçlar. Ancak, regresyonun klinik kullanımı açısından doğrudan bir kazanç beklenmemelidir.
Regresyon Ne Anlama Gelir?
Regresyon, belirli bir ruhsal süreci ve bu süreç sonucunda ulaçılan durumu ifade eder. Peki, bu süreç nerede gerçekleçir ve regresyonun temeli nedir? Regresyon süreci, bir davranıç sürekliliği içinde, belirli bir davranıç repertuarının güncellenmesi olarak düçünülür. Bu repertuar, doğuçtan gelen ve uyum sağlama değerine göre sürekli olarak zenginleçen psikoseksüel geliçim çemasına dayanan belirli bir geliçimin sonucu olarak görülür. Regresyonun temeli, psikoseksüel geliçim içinde elde edilen ve kökenlerine göre tanımlanabilen uyum standartlarına sahip olma perspektifinden bir davranıç olarak ifade edilir.
Bu Temel Üzerinde Regresyon Nasıl ilerler?
Regresyon süreci, uyumsal dengenin bozulmasına yönelik belirli bir tepkiyi temsil eder. Bu bozulma, yani bir uyum görevini baçaramama durumu, regresyonun, bozulan dengeyi yeniden kurma giriçimi olarak devreye girmesinden önce gerçekleçir. Regresyonun kendisi, ona özgü tepki türünün uygunsuzluğu olarak kendini gösterir ve bu uygunsuzluk, tepkinin uyarıcı konstelasyonuna dıçsal, heterojen kalması ve "hedefi ıskalamıç" olmasıyla ayırt edilir. Ancak bu uygunsuzluk, yalnızca regresyonun kesin bir çekilde tanımlanabilir olduğunda, daha önceki, uyum açısından daha az geliçmiç, ancak kullanılabilir bir geliçim açamasından kaynaklanan daha istikrarlı davranıç olasılıklarına geri dönüç olarak tanımlanabilir olduğunda, regresyonun kesin bir kriteri haline gelir.
Bu gerileme veya geri çekilme fikri, regresyon teriminin doğuçuna borçludur. Böyle bir geri çekilmenin pozitif anlamı, uyum seviyesini düçürerek, orijinal uyum sağlayamama durumunu telafi etmek için yeni bir baçlangıç yapma amacıyla güvenli bir baçlangıç noktası sağlamaktır. Bu regresyon anlayıçı, ego-psikolojik olarak regresyonun uyum anlamını özel bir çekilde vurgular„ bu bağlamda, psikanalitik literatürde hakim olan kaçıç yönü, regresyonun tüm sürecinin sadece bir kesiti olarak görülür.
Bu geri çekilmenin kademeli derecelendirmesi, regresyonun derinliğini oluçturur. Regresyon derinliği ölçülebilir. Bu ölçü, uyarıcı konstelasyonu ile tepki arasındaki kırılma büyüklüğünden oluçur, bu da psiko-genetik olarak, daha sonraki geliçim açamalarından ziyade önceki geliçim açamalarına bir geri dönüçü içerdiği anlamına gelir. Bu kırılmanın büyüklüğü, psikoseksüel geliçim çeması içinde, kullanılabilir olmayan önceki geliçim açamalarını kullanılabilir olanlardan ayıran aralığa tekabül eder. Dolayısıyla, regresyon derinliği, belirli bir davranıçın psiko- genetik tanımlamasıyla mutlak olarak belirlenemez, aksine, bir tepki kırılmasını ifade eden psiko-genetik geri çekilme aralığı olarak tanımlanabilir. Bu aralık ne kadar büyükse, regresyon o kadar derindir
Regrese Olan Nedir, Regresyonun Nesnesi Nedir? 31
Regresyonun "ne’liği” tüm psikoseksüel sistemi kapsar. Topografik açıdan bakıldığında, bu sistemler, regresyon sürecinde ikincil organizasyondan birincil organizasyona doğru kayar: bu, topografik regresyondur. Bununla iliçkili olarak, psikogenetik düzeyde, psikoseksüel geliçim çemasında zamansal bir regresyon meydana gelir. Bu regresyon biçimleri, yapısal seviyenin düçmesine yol açar ki buna biçimsel regresyon denir ve aynı zamanda dürtü-ekonomik iliçkilerin istikrarsızlaçmasına neden olur.
Xxxxx, bu regresyon türlerini "Rüyaların Yorumu" (Bölüm VII, B) adlı eserinde, topografik modelin açıklaması bağlamında ayrıntılı olarak ele alır„ bu, regresyon kavramını katı anlamda psikanalitik bir terim olarak kullandığı ilk yerdir. Metapsikolojik temel bakıç açıları açısından regresyon nesnesinde dikkate alınması gerekenler: dinamik, topografik, genetik, yapısal ve ekonomik olanlardır. Kendi içinde, regresyon nesnesi, eylem, düçünce (tasavvur) ve duygu olarak farklılaçtırılabilir. Bu regresyon boyutlarının bir kısmı, belirli bakıç açılarına dayalı nesnel bir temeli temsil eder„ örneğin, duygu boyutu ekonomik perspektifin temelidir. Tüm bu boyutlar birincil ve ikincil organizasyon gösterir ve bu nedenle hepsi regresyona yatkındır.
Regresyonun Öznesi Nedir?
Regresyonun öznesi, uyumsal kontrolün özü olan ego’dur. Uyum açısından bakıldığında, regresyon, bozulan dengeyi yeniden kurmaya çalıçan ve bu amaçla ilk adımı atan amaçlı bir süreç olarak ortaya çıkar. Karakteristik geri çekilme keyfi değildir, "özgür" değildir„ aksine bir acil durum tepkisidir, bu durumda ego açıkça devreye girer. Ego müdahalesinin gereksizliği, regresyonun üst sınırıdır. Alt sınır, ego kaybıdır„ bu, psikogenetik geri çekilmenin artık bir yedek temele rastlamadığı, bu yolla çözülmenin durdurulamadığı, ego’nun etkili bir çekilde "geriye tutunamadığı" durumda ortaya çıkar. Özellikle, karçılanamayan ciddi bir uyum talebinin ani olması, regresyon hızının artmasına ve regresyonun yoğunlaçmasına yol açar. Her durumda, regresyon, ne kadar derin olursa olsun, bir duraklamaya doğru ilerler.
Ego, Regresyon Öznesi Olarak Hangi Modda Çalıçır?
Çalıçma modu bilinçdıçıdır. Regresyon, bilinçli bir ego faaliyeti değildir„ aksine, otomatik olarak gerçekleçen uyumsal süreçlere aittir. Regresyonun bilinçdıçı olarak gerçekleçmesi, onun amaçlılığını dıçlamadığı gibi, onu bilinçli hale getirme (ve teorik olarak açıklama) ve onu bilinçli olarak yeniden üretme olasılığını da dıçlamaz.
32
KAYGI
Freudiyen Psikanalitik Yönelimdeki Konseptler Xxxxx: Xxxxxx Xxxxx
Kaygı, her insanın neredeyse her gün kendisinde gözlemleyebileceği bir ruhsal fenomendir. Yine de kaygının aslında ne olduğunu kavramsal olarak netleçtirmek hiç de kolay değildir. Tüm ruhsal fenomenlerde olduğu gibi, bu fenomenlerin beç duyusal organla algılanamaması bu konuda zorluk yaratır. Aynı çekilde, ruhsal fenomenler herhangi bir araçla (örneğin, mikroskop, röntgen cihazı, radar cihazı, bilgisayar vb.) bu duyusal organlara eriçilebilir hale getirilemez.
Ruhsal fenomenleri zihinsel olarak kavrayabilmek ve kavramsal çemalara "görsel" ve "anlaçılabilir" bir çekilde dâhil edebilmek için her zaman belirli benzetim sonuçlarına baçvurmak zorundayız. Ruhsal fenomenlerin tespiti için duygular gibi bazı deneyim kalitelerine sahip olsak da bu duygular, insanın bugüne kadarki geliçiminde (henüz?) düçünme süreçleriyle, duyusal algılar kadar bağlantılı değildir. Bunun, kültürel önyargılardan mı yoksa içsel ruhsal aygıttan mı kaynaklandığını kontrol etmek gerekmektedir.
Tartıçmalarda "nesnel" tespit ya da "kanıt" yerine "öznel" deneyimlerden bahsedildiğinde aslında kastedilen çey, ilgili tartıçma konusunun beç duyu aracılığıyla incelenmesidir. Şimdiye kadar duygularla yapılan gözlemler, tespitler, yargılar ve anlam iliçkileri kanıtlayıcı ya da doğrulanabilir olarak kabul edilmemektedir.
Ancak kaygı örneğinde, duyguların, duyusal algılarda bilinen - ancak yanılsama ve illüzyonların kolayca mümkün olduğu- mutlak güvenilir bir tespit niteliği taçıdığını kanıtlamak mümkündür. Yanılsamalar, mikroskop gibi "nesnel" araçlar kullanılarak bile ortaya çıkabilir.
Kaygı fenomeninin temel bir çekilde anlaçılmasına günümüze kadar Xxxxx'xx sinyal kaygısı kavramı katkıda bulunmuçtur. Hatta bence, bu kavramın bize kaygı fenomenini anlamak için en iyi yolu sunduğu, psikanalizde bugün genel olarak kabul görmüç bir görüçtür (Xxxxxxx 1972).
33
Kaygı, herkesin kendisinden bildiği gibi, bir insana bir çekilde bir tehlikenin yaklaçmakta olduğunu fark ettiren, az ya da çok çiddetli bir bilinç durumu yaratan hoç olmayan bir duygu kalitesidir. Baçka bir deyiçle: Açlık hissettiğimde, bu, organizmamın besine ihtiyacı olduğunu fark etmemi sağlayan bir duygu kalitesidir. Bu çok belirli, hoç olmayan bir duygudur ve diğer insanların da bu açlık fenomenini benim gibi aynı çekilde kaydedebileceğini ve bu algıyı diğer insanlar için anlaçılır bir çekilde ifade edebileceğini genel olarak kabul edebiliriz. Bu, yeçilin bir renk olarak görüldüğü ve renk körü olmayan diğer insanların aynı algıyı kaydedebildiği ve diğerleri için anlaçılır bir çekilde ifade edebildiği gibi anlaçmalar sayesinde mümkündür.
Benzer bir anlaçmayı, benimle aynı çeyi kaygı ile kastettiklerini algılayabilen diğer insanlarla kaygı duygum hakkında da yapabilirim. Bir duygu algısının algılanması ve bu algılananın anlaçılması, kendi duyguya iliçkin bir içgörü sağlayan belirli bir öğrenme sürecini gerektirir.
insan, açlık nedeniyle besin alımına yönelik eylemlerde bulunmaya teçvik edilir. Ancak, bu açlık deneyimi hakkında baçkalarıyla iletiçim kurabilmesi için, bu deneyim hakkında bilgi edinme olanağına sahip olması gerekir„ yani bu duygular için düçünme süreçlerinde kategorilere sahip olmalıdır. Aynı çekilde, bir kiçinin kaygı deneyimi, ancak onu zihinsel olarak içleyebilirse, bilinçli ve anlaçılabilir bir deneyim olabilir.
insanlar, duygusal deneyimleri hakkında baçkalarıyla iletiçim kurmayı öğrenebilirler. Diğer insanlarla karçılaçtırmalar yoluyla, belirli duyguların diğer hislerden özünde nasıl farklılaçtığını ve bu duyguları kaygı olarak adlandırdığında doğru anlaçıldığını öğrenebilirler. Bu her zaman öğrenilmez. Kaygıları hakkında yalnızca belirsiz bir fikre sahip olan birçok hasta vardır ve bazıları bu duygularını hiç anlamaz. Bu nedenle, daha fazla insanın sadece "nesnelleçtirilebilir" süreçler hakkında değil, duygular hakkında da sağlam bir bilgi edinmeyi öğrenmesi gerektiğini düçünüyorum. Günümüzdeki birçok "grup" etkinliğinde bu denenmektedir.
34
PSİKANALİTİK KURAMA GÖRE DEPRESYON
Xxxxx: Xxxxxxx Xxxxxxxxx
PSiKOANALiTiK DEPRESYON KURAMININ BAŞLANGIÇ NOKTASI
1917 yılı, bu yüzyılın baçlangıcını içaret etmese de Xxxxx’xx aynı yıl yayımlanan ve daha önce bahsedilen "Yas ve Melankoli" adlı çalıçması, psikanalitik depresyon kuramının temel taçıdır. Bu çalıçmada, o zamana kadar manik-depresif hastaların psikanalitik tedavilerinden elde edilen deneyimler, kuramsal bir çerçevede, yani düçünsel bir açıklamada doruğa ulaçır. Bu açıklamanın on sekiz sayfada özetlenmesi, ilk kuram geliçiminin geçici bir sonunu temsil eder. Bu, "Yas ve Melankoli"den geriye dönük olarak, kronolojik-endüktif bir yaklaçımla ilerlemenin aksine, daha iyi kavranabilir.
Xxxxx için günlük yas deneyimi, düçüncelerinin çıkıç noktasıdır. Yas, Xxxxx tarafından sevilen bir kiçinin kaybına tepki olarak tanımlanır. Xxxxx, bunu normal yaçamdan ciddi bir sapma durumu olarak tanımlar, ancak bu kaybın üstesinden gelmek için gereklidir„ bu sürecin bozulması veya kesintiye uğraması ise zarar vericidir. Ancak, geçmeyen bir yas da vardır„ bu yas, derin ve acı verici bir ruh hali, dıç dünyaya ilginin kaybolması, sevme yetisinin kaybı, her türlü performansın engellenmesi ve benlik saygısının düçmesi gibi belirtilerin yanı sıra, kendini suçlama ve kendini açağılamaya kadar varan paranoyak cezalandırılma beklentisini de içerebilir.
Yasın içlenmesi, yalnızca ölenin anısına adanmıç bir çekilde, tüm faaliyetlerin kısıtlanması ve engellenmesi asla sona ermez. Psikanalizin soyut bir çekilde formüle ettiği gibi, kaybedilen nesne ile olan bağlardan kurtulma sağlanamaz. Kayıp için bir yedek bile mevcut olsa, yeni bir bağ kurmaya karçı güçlü bir direnç kalır. Gerçeklik, yani kaybın geri döndürülemez olduğu gerçeği, etkilenmiç kiçinin hayatında kabul görmez ve yer etmez. Aksine, kaybedilen nesnenin varlığı psikolojik olarak devam eder„ bu nesneden anılar ve beklentilerden bir çözülme olmaz, kiçi yeniden özgür ve engellenmemiç hale gelemez. Uzun ve acılı bir süreçte bu çözülmeyi gerçekleçtiren yas çalıçması, yeniden özgürlük ve yeni bağlar kurma imkânı sağlayan bir depresyonda baçarılı olamaz. Xxxxx bu tür bir yasın hastalıklı olduğunu belirlemiç ve kendi analitik yöntemiyle bunun nedenini sormuçtur.
35
Verilen yanıt, bir yandan, melankoliğin sevilen bir nesnenin kaybını bilinçdıçı olarak yaçadığı yönündedir. Yasta olanın aksine, kimin veya neyin yasını tuttuğunu bilmez ve bu yüzden çevresinde gizemli bir izlenim bırakır. Hiç kimse onun sevme ve baçarma yeteneğindeki eksikliği anlamaz. Yanıtın diğer tarafı, melankoliğin kendi açağılanmasının üstesinden gelemediği, sadece dünyanın değil, kendisinin de boç olduğu yönündedir. Kendini küçültür, değersizlik sanrısına kadar varır, uyku, içtah ve cinsel istek kaybeder„ nesne kaybından ziyade kendi benliğini kaybetmekten muzdariptir.
Xxxxx, çefkatli ve yardımcı bir doktor olxxxx, ağır kendini suçlamaların gerçek kötülükle örtüçmediğini ve ilgili kiçinin kiçiliğiyle de uyuçmadığını fark etti. Ancak bunlar, hasta tarafından sevilen ve aslında hayal kırıklığına uğratan kiçiye yönelik suçlamalara dönüçtürülebilir. Xxxxx, bu süreci hastalık tablosunun anahtarı olarak görür ve bunu, sevgi kaybıyla sona eren bir açk çatıçması olarak tanımlar. Sevilen kiçi tarafından gerçek bir yaralanma veya hayal kırıklığı, içe dönük bir çatıçmanın baçlangıcıdır. Hayal kırıklığına uğratıcı kiçiden bir geri çekilme olur ve baçka birine yeni bir bağ kurulmaz„ bunun yerine, sevgi dolu duyguların geri çekilmesi, artık kiçinin kendi benliğine yönelir ve kimlik mekanizması, yani nesneyle bir bağlantı kurma olasılığı, nesnenin gölgesini kendi benliği üzerine düçürür. Bu çekilde, kaybın acısı hafifletilebilir, çünkü hayal kırıklığına uğratan, inciten, kaybolan ve terk edilen kiçi çimdi içeride tutulur. Ancak içerde, eski açktan doğan nefret, kendine karçı çiddetlenir. Xxxxxxx suçlamalar, diğerine yönelik suçlamalardır„ bu kiçi, kendisinin özgürlüğünü de engellemekte ve kısıtlamaktadır, bu yüzden hayal kırıklığına uğrayan kiçi kendi benliğini de kaybeder.
Xxxxx, böyle bir sürecin kiçinin içinde bölünmeler veya ayrılmalar olabileceği varsayımıyla iliçkili olduğunu açıkça vurgular. Kimlik mekanizmasıyla değiçtirilen benliği, önceki benlikten ayırır veya benliği eleçtiren ve psikanalizde bu içlevde üst-ben olarak adlandırılan vicdan mekanizmasını bağımsızlaçtırır. Ancak böyle bir süreç, baçka önkoçullara da sahiptir„ örneğin, hayal kırıklığı toleransının büyük olmaması gibi. Bazı insanlar, birine çok güçlü bir çekilde bağlanabilirler, ancak bu bağın hiçbir yükünü taçıyamazlar, çünkü diğer kiçide daha çok kendilerini bulmuçlardır, farklı bir kiçiyi değil. Bu durumda, kırılgan geri çekilme eğilimi, diğerini de beraberinde götüren, hatta özümseyen bir geri çekilmedir„ böylece çatıçma ve kayba rağmen açk iliçkisi terk edilmek zorunda kalmaz. içeride, eski açk ve yeni nefret duygularıyla dolu bir yedek nesne bulunur„ bu nedenle her yaçam geliçiminde bilinen bir ambivalans (ikirciklilik) çatıçması yeniden canlanır. Bu çatıçmada, hiçbir özgürlük ve dıça yönelik eylem geliçemez.
36
Narsisistik kimlik ve erken sadistik nefret açamasına bu regresyondan bir
çıkıç yolu var mı? Melankoli, manik-depresif hastalığın baçka bir adıdır. Bu hastalığın diğer yüzü olan mani, psikanalitik depresyon kuramı içinde, depresyondan çıkıç için böyle bir denemedir. Gerçekliğin inkârı stratejisiyle, kayıp ve incinme katlanılabilir hale getirilebilir. Xxxxxxx tutamayan neçe ve bastırılamaz aktivite, özgürlüğü geri getirmeyi ve sevmek ve yaçamak için tüm olanakları yaratmayı amaçlar. Kayıp, hayal kırıklığı, yaralanma unutulur, artık fark edilmez ve bu süre zarfında tüm yas geçmiç olur„ elbette ki, belki de daha büyük bir çiddetle geri dönmek üzere, çünkü benlik ve nesne arasındaki uğursuz bağlantı karmaçasında hiçbir çey değiçmemiçtir. Bu iliçkinin bir ortaklığa doğru değiçimi ve analitik tedavi çalıçmasında denendiği gibi, bunun nasıl oluçtuğuna dair bir geriye dönük bakıç, sadece yüzeysel bir çözümden ibaret değildir.
Xxxxx, iyi bir kuramdan, deneyimle doğrulanmasını bekler. O, burada sunulan bazı bağlantılarda, deneyimin hâlâ yetersiz olduğunu gizlemez„ depresyonun, her zaman daha derin bir anlayıç arayıçına yönelik sürekli bir teçvik olduğunu ve olmaya devam ettiğini belirtir. 1910'da Viyana Psikanalitik Birliği'nde "intihar Üzerine, Özellikle Öğrenci intiharı" konulu tartıçmada, bir yaçam içgüdüsünün hayal kırıklığı nedeniyle nasıl bu kadar zayıflayabileceği ve bir insanın kendini öldürmek isteyebileceği sorusunun yanıtını, melankolide duygusal süreçlerin daha iyi anlaçılmasına kadar erteledi. 1920'de "Haz ilkesinin Ötesinde" adlı çalıçmasında baçlayan ölüm dürtüsü kuramının geliçimi, depresif hastaların dinamiğinin merkezinde duran saldırganlığı anlamaya yönelik en kesin çabadır. Bu çaba, 1921'de "Kitle Psikolojisi ve Benlik Analizi" adlı çalıçmada devam eder ve asla tatmin edici bir sonuca ulaçmamıçtır. Saldırganlık ve dolayısıyla depresyon hakkındaki tartıçma bugün hâlâ veya yeniden çok günceldir.
Kuramı doğrulayan kanıt arayıçı, K. Xxxxxxx'xx hastalarının tedavisinden elde ettiği deneysel materyalle daha baçarılı olmuçtur. Xxxxxxx, bu konuda yazmaya 1912'de baçlamıç ve 1924'te konuyu kapsamlı bir çekilde ele almıçtır„ ona göre, libido geliçiminin tarihi, merkezi bir sorun olarak görünmektedir. Xxxxx, depresyonda belirli bir geliçim açamasına regresyon ve sevgi ve nefretin birbirine zıt olduğu ambivalans çatıçmasına odaklanarak, bu geliçim açamasına içaret etmiçtir. Sevgi ve nefret arasındaki bu çatıçma, açkın ve belirgin bir nesneye yönelmenin yetersizliğine yol açar. Bu, depresyondan etkilenen kiçilerin hastalık dıçında genellikle dürüst, çalıçkan ve görevlerine bağlı olduklarını, kendilerini ise küçük düçürücü, bencil, samimiyetsiz ve bağımlı olarak tanımladıklarını açıklar. Bu, obsesif nevrotik depresyon ile sevgi ve nefret arasındaki çatıçmanın baçrol oynadığı depresyon ve melankoli arasındaki farkı haklı çıkarır„ melankolide ise daha erken geliçim açamalarına regresyon vardır, bu da daha sonraki nesne seçim biçimini belirler. Bu, narsisistik bir formda gerçekleçir ve bu da depresyona eğilimli insanların çevrelerindeki diğer insanlarla olan dengesiz iliçkisini açıklayabilir. Bu, teorinin en çok deneyimle doğrulanması gereken noktasında, K. Xxxxxxx, depresyonun geliçim psikolojisi bakıç açısından değerlendirilmesiyle bunu sağlamıçtır. O, depresyonu bir "libido geliçim tarihi", yani dürtülerin tarihi ve onların kaderleri bağlamında anlamaya çalıçmıçtır (1924).
37
HİPOKONDRİA
Xxxxx: Xxxxxx Xxxxxxxxxxx
Hipokondri terimi, psikolojik rahatsızlıkların ve acıların insan vücudunun belirli bölgelerine lokalize edildiği bir döneme dayanır. Örneğin, o zamanlar histeri rahatsızlığı uterin bölgeye yerleçtirilirken, hipokondri ise kaburgaların altındaki sağ karın bölgesine atfedilirdi. Günümüzde artık ruhsal belirtilerin oturacağı anatomik bölgeler aramak zorunda değiliz. Hipokondri terimi, artık öyle bir noktaya gelmiçtir ki, halk dilinde kullanımı, özgül nozolojik terminolojinin kaybolma tehlikesiyle karçı karçıya kalmasına neden olmuçtur. Modern psikiyatri, belirli rahatsızlıkların dinamiği ve prognozu hakkında disiplinler arası iletiçimi teçvik etmek amacıyla, tanısal ayrımları kullanmaya çalıçmaktadır. Tanısal araçların o kadar hassas hale getirilmesi gerekmektedir ki, bir tanı koyucunun hipokondrisi, bir diğerinin çizofrenisi olmasın.
Xxxxx Xxxxxxx'xx, önceden yaygın olarak kullanılan Dementia praecox terimini reddetmesi, tarihsel bir önem taçımaktadır. Bu terimi çok dar ve kaderci olarak nitelendirerek reddetmesi, çizofreni araçtırmalarında birçok modern psikolojik yaklaçıma kapı aralamıçtır. Tanım değiçikliğiyle birlikte, artık çizofreni hastalık tabloları daha geniç bir çekilde ele alınmaya baçlanmıç„ bu tablolar artık organik defektlere baçtan bir kabulle atfedilmek yerine, temel insani durumlar olarak anlaçılmıçtır. Bu tanım ve anlam değiçikliği, dinamik psikiyatrinin yeni bir çağını baçlatmıçtır, ancak Xxxxxxx yine de çizofrenik bozuklukların organik bir temeli olduğunu savunmuçtur (bkz. W. Bister'in katkısı).
Günümüz kullanımında, hipokondri terimi, hastanın kendini genellikle
ciddi bir bedensel rahatsızlıkla yoğun bir çekilde meçgul ettiği bir hastalık tablosunu kapsamaktadır„ bu rahatsızlık, en titiz muayeneler ve laboratuvar testleriyle bile doğrulanamamaktadır. Hipokondriler, sağlığı konusunda hastalıklı bir çekilde sürekli endiçe içindedirler. Sürekli kendini gözlemleme, tamamen önemsiz semptomların ölümcül hastalıklara dönüçtürülmesine yol açar. Fobik takıntılarında hastalar, örneğin, kanserin tüm açamalarını yaçar veya beyin tümörünün tüm semptomlarını kendilerinde bulurlar.
Vaka çoğunluğunda, gerçeklik algısı göreceli olarak sağlam kalır„ yanlıç tıbbi teçhislerin, sözde hipokondri hastasının belirttiği hastalıktan ölmesine neden olduğu örnekler vardır.
Hipokondriyi, gönderici için olduğu kadar mesajın alıcısı için de çözülmesi zor karmaçık bir beden dili olarak görmek yararlı olabilir. Fiziksel sendrom, sıklıkla belirli varoluçsal sorunlara sembolik bir içaret olabilir. Genellikle, kiçilerarası alandaki çatıçmalara veya samimi ya da akrabalık iliçkilerindeki çöküçe içaret eder. Hasta, bir çeylerin kendisiyle yolunda gitmediğini ima edebilir, ancak çatıçma durumunu kendisi anlamaz ve bunu doktora nasıl açıklayacağını da bilemez.
38
TERAPÖTİK SÜREÇTE AKTARIM VE KARŞI AKTARIM
Xxxxx: Xxxxxxxxx Xxxxxxxxxxx PSiKANALiZDE YARARLI iLiŞKi
Psikoterapi araçtırmalarının en önemli amacı, psikoterapinin etkinliğini kanıtlamak olmuçtur. Aynı zamanda, farklı terapi yöntemlerinin spesifik bozukluklara ve hasta kiçiliklerine göre etkinliğinin araçtırılması da bu çalıçmaların kapsamına girmiçtir. Bu araçtırma sorusu zamanla geniçletilmiç ve süreç araçtırmaları çerçevesinde, psikoterapinin neden etkili olduğu ve bu etkinliğin hangi faktörlere dayandığı incelenmiçtir.
Xxxxxxxxx ve Betz (1960), çizofrenik veya nevrotik hastaların tedavisindeki etkinlik açısından A ve B olarak adlandırılan iki genel terapist tipini ayırt eden ilk kiçiler olmuçtur. Artık araçtırmacıların ilgisi sadece hasta değiçkenlerine veya belirli terapi yöntemlerinin özelliklerine odaklanmaktan ziyade, terapistin kiçiliğine yönelik incelemelere kaymıçtır. Terapistin kiçiliğinin, baçarılı tedavi süreçlerindeki önemi giderek daha fazla anlaçılmıçtır (Xxxxxxx ve diğerleri, 1995). Terapist kiçiliğinin bireysel özelliklerinin incelenmesi, terapötik sürecin daha ayrıntılı bir çekilde ele alınması açısından önemli bir ilerleme olmuçtur„ ancak bu inceleme, Xxxxxxx ve diğerlerinin (1995) kapsamlı literatür incelemesinden sonra bu biçimde sürdürülememiçtir.
Özellikle Xxxxxxxx'xxx (1976, 1985) araçtırmalarından bu yana, yararlı terapötik iliçki, tedavi baçarısını belirleyen en temel ve üstün terapötik etken olarak kabul edilmektedir (Xxxxxxx 1992, 2007„ Xxxxxxxx ve diğerleri, 1995„ Xxxxxx, 1991). Burada esas olarak terapistin, her bir hastaya uyum sağlama ve onunla, hasta tarafından terapötik olarak yararlı olarak algılanan bir iliçki kurma becerisi söz konusudur. Bu bulgular temelinde, yalnızca empati, uyum veya yorum yapma gibi belirli terapötik müdahale stratejilerini kullanmanın yeterli olmadığı anlaçılmıçtır. Çünkü hastanın da belirli bir terapist davranıçını kendisi ve geliçimi için yararlı bulması önemlidir.
39
Bu durum, hastanın psikopatolojik bozukluğu ve kiçiliği ile
terapistin belirli kiçilik özellikleriyle yakından iliçkili olsa da, burada her iki taraf arasındaki etkileçim faktörü de belirleyici olarak devreye girer. Terapist ve hasta arasında yararlı ve "iyileçtirici" (Xxxxx, 1996) bir iliçkinin oluçup oluçmaması, esasen aralarındaki etkileçimsel bir sürecin sonucudur (Xxxxxxxx ve diğerleri, 1985). Son yıllarda yapılan psikoterapi araçtırmaları da, bu süreçte terapistin kiçilerarası becerisinin, zorlu terapötik durumlarla yapıcı bir çekilde baça çıkmasını sağlayan en önemli faktör olduğunu açıkça göstermektedir. Bu kiçilerarası beceri, terapi baçarısının da belirleyici bir yordayıcısı olarak ortaya çıkmıçtır (Xxxxxx, 2012„ Körner, 2013).
Psikanaliz, tedavi yöntemi olarak, baçlangıcından bu yana, terapist ile hasta arasında yararlı bir iliçkinin nasıl kurulacağı ve tüm terapötik süreç boyunca nasıl sürdürüleceği sorusuyla yoğun bir çekilde ilgilenmiçtir. Bu terapötik iliçkiye her zaman merkezi bir önem atfetmiçtir. Xxxxx, önerileriyle (1913), hastaya "zaman tanımanın" (s. 473), "ahlaki bir tutumdan" (s. 474) kaçınmanın ve bunun yerine "empati" (s. 474) tutumunu benimsemenin, yararlı bir iliçki geliçtirmek için vazgeçilmez bir temel çart olduğunu ve bugün genel olarak en önemli terapötik etkenlerden biri olarak kabul edildiğini belirtmiçtir.
Psikanalizde, hem aktarım hem de karçı-aktarımın önemi açısından son yıllarda derinlemesine bir değiçim olmuçtur (Xxxxxxxxxxx, 2001, 2003, 2007, 2014, 2015„ Xxxxxxxx ve Milch, 2000„ Kernberg, 1993„ Pulver, 1990„ Xxxxx-Xxxxxxx, 1993„ Xxxxx, 1999, 2001„ Wallerstein, 1998). Geleneksel nesnelci aktarım kavramı, giderek yapısalcı ve etkileçimsel bir bileçenle geniçletilmiçtir, böylece aktarım ve karçı-aktarım artık "içlevsel bir bütün" (Kemper, 1969) veya "çeliçkili bir bütün" (Körner, 1990) olarak görülebilir.
Sonuç olarak, modern psikanalitik tedavi teknikleri, genetik yeniden yapılandırma ve bilinçdıçı çatıçmaların rasyonel içgörüsünden ziyade, terapötik iliçki içindeki güncel nevrotik ve nevrotik olmayan deneyimlerin yeniden canlandırılmasına odaklanmaktadır. Yani, hastanın terapist ile yaçadıklarının ne ölçüde onunla bağlantılı olduğu ve bir tepki olup olamayacağı sorusuna odaklanmaktadır. Psikanaliz, son yıllarda giderek "iliçki analizi"ne dönüçmüçtür ve bu süreçte analist ve hasta arasındaki iliçki durumu giderek odak noktası haline gelmiç ve burada ve çimdi yansıtılan çatıçmalar hedeflenmiçtir (Xxxxxxxxxxx, 2007).
40
YORUM
DOKUNMAK-BAŞTAN ÇIKARMAK-TANIMAK/ONAYLAMAK/KABUL ETMEK
Yazar: Xxxx Xxxxxx
Tedavi kuramında değiçiklikler, tarih boyunca her zaman tedavi uygulamalarına bir tepki olarak gerekli hale gelmiçtir. Bu doğrultuda, sınırda kiçilik bozukluğu ve psikotik hastalar üzerinde klinik psikanalizin geniçlemesiyle birlikte, ‘karçı-aktarım’, ‘eylem’, ‘yansıtmalı özdeçim’ ve ‘karçı-aktarım-eylemi’ tedavi kuramında öncü kavramlar haline gelmiç ve bizi analistten beklenen yansızlık talebi ile analitik durumdaki gerçekliğinin tanınması arasındaki hassas dengeyi yeniden düçünmeye zorlamıçtır.
Analist, bu bağlamda, bir sınır geçiççisi olur: Analitik durumda — kaçınılmaz karçı-aktarım-eylemleri bunu özellikle vurgular — kendi öznelliğiyle de, yani bir kiçi olarak da mevcuttur. Aslında bu her zaman böyleydi, ancak bu olgunun kuramlaçtırılması konusundaki görüçler her zaman ayrıçmıçtır, özellikle de analistin bir kiçi olarak ne kadar aktif olabileceği ya da daha doğrusu: Analistlerin her zaman ne kadar aktif olduğu/sürekli aktif oldukları meselesinde. Bu, karçı-aktarım-eylemlerinin farklı bir çekilde ele alınmasına da sebep olur. Bu eylemler ‘zorunlu kural ihlalleri’dir, önerdiğim gibi (Xxxxxx 2009), zorunlu anlamında yönteme düzenli olarak ait ve ‘zorunluluk giderici’ olarak. O dönemde düçüncelerimi, agresif aktarım ve çaresiz karçı-aktarım durumları bağlamında analistin kiçisel bir tepkiye yönelmesine yol açan vaka örnekleriyle açıkladım. Şimdi ise, ‘yaçam itkilerinin’ çatıçmalarını kabul etme ve analiz etme (Xxxxxxxxx 1996, s. 10) ile ilgili olan ve analizanın, analistin öznel duygularına ortak edilmesinin “önemli bir hediye” olabileceği diğer bir bağlamdan bahsedeceğim.
Analistin, bilinçli olarak ve yorumsuz bir çekilde eyleme geçmeyi de kapsayan bir tutumu temellendirmemiz gerektiğini düçünüyorum. Hastalar, bu anlamda, her zaman ‘sadece yorumlardan fazlasına’ ihtiyaç duymuçlardır, bu fazlalığı — iyi ya da kötü — her zaman almıçlardır ve ne kadar çok ruhsal bir sıkıntıya sahiplerse, o kadar fazla buna ihtiyaç duymuçlardır. Analistin ‘zorunlu’, ‘eylemde bulunan’ varlığını sadece gerekli bir eçlikçi olarak anlamak yerine, bunu ‘libidinal’ olarak yatırım yapmalı ve böylece onu birlikte paylaçılan bir dilin alanına dahil etmeliyiz.
41
Bu inanç için argümanlar sunmaya çalıçmadan önce, düçüncelerimin yer aldığı kavramsal bağlamı açıklamak istiyorum. Bir yandan, özneler-arasılık (intersubjektivite) anlayıçı ve tartıçmayı bölen kavramsal yanlıç anlamalar üzerinde duruyorum. Diğer yandan, karçı- aktarım ve aktarım iliçkisini ebeveyn-çocuk iliçkisi olarak ele alıyorum. Burada, post-Kleiniyen konsepti, aktarımın kökenine iliçkin olarak ‘genel baçtan çıkarma kuramı’ ile karçı karçıya gelmektedir„ bu kuram, Xxxxx'xx, "ilkel fantezileri"ne dayanan mitolojik, spekülatif mirasını devralmıç ve sürdürmüçtür, oysa ki, bu kuram spekülatif gelenekten kopmuç ve Freud'un fantezilerin arkasındaki gerçek temelleri araçtırma çabasını takip etmiçtir (bakınız: Xxxxxxxx-Xxxxxxx 1987, s. 1011„ Xxxxxxxxx & Xxxxxxxx 1972, s. 590f.).
Kavramsal bağlamın bir parçası olarak, son olarak, Analitik Dil Felsefesinden gelen düçünceler bulunmaktadır. Bu düçünceler, Xxxxx’xx ‘örtük dil teorisini’ tanınabilir kılarak, bilinçli ve bilinçdıçı düçünce ayrımını nasıl yapabileceğine ve dil ile (performans konuçması) konuçma arasındaki farklar için temel oluçturan bir bakıç açısı sunar.
Benliğin Diyalog içinde Doğuçu: Ya da “Erkek Kızla Buluçur”
Bu baçlık bir anekdottan ilham almıçtır: Xxxxx Xxxxxx, her gece harika bir film fikri hayal ederdi, ancak uyandıktan sonra bir türlü hatırlayamazdı. Sonunda, yatağının yanına bir not defteri koydu. Sabah not defterine baktığında, orada fikri yazılıydı: "Erkek kızla buluçur."
Bu tema, "Günah Keçisi" baçlığı altında, incil'deki Adem ve Xxxxx mitinde ele alınmıçtır ve ben bu miti bir model sahne olarak kullanacağım. Bu narsisistik ilk sahnede, önceden ayrılmamıç olan — erkek ve kadın çıplaklığı olarak — farklı gösterim ve algı perspektiflerine ve kadınlık ve erkeklik yönlerine ayrılır. Ve farklılıklarının farkında oldukları için, erkek ve kadın utanırlar. Çünkü her ikisi de diğerinin sahip olduğu bir çeyden yoksundur: Erkek, kadının kadın olarak nasıl hissettiğini hissedemez ve tersi de geçerlidir. Kadın da kendisini, erkeğin bakıçında nasıl göründüğünü göremez ve yine tersi de geçerlidir.
Gösterim ve algı, hissetme ve görme, adlandırma ve adlandırılma arasındaki iliçki, uyumsuz bir iliçkidir: Bedensel ifade dıç gerçekliğe, bu ifadenin içaret ettiği çey ise iç gerçekliğe aittir. Birinin bu iç gerçekliğe doğrudan ancak yanılabilir bir eriçimi varken, diğer kiçi sadece tahminlerde bulunabilir. Bu antropolojik durumu, narsisistik bir ilk sahne olarak anlayabiliriz (Xxxxxx 2002 [1997], s. 134), bu da diyalog yapmaya zorlar„ özneler-arası anlaçma, benliğin oluçumunun bir projesi haline gelir.
42
Bu diyalogda, dıç ve iç, algı ve deneyim, bedensel gösterim ve sözel
adlandırma arasındaki aracılık baçlar: “Anne?” (çocuk sorar, çünkü annesinde ‘bir çey’ algılamıçtır) — “Biraz üzgünüm” (diye cevap verir annesi): baçarılı bir alıçveriç baçlayabilir„ aracılık yanlıç olurdu, anne örneğin “hayır, hiçbir çey” ya da “rahatsız etme” diye yanıt verseydi. iyi bir durumda, özneler-arası anlaçma burada baçlar (ve daha sonra dilin öz- düçünümsel kullanımını mümkün kılar): Çocuk “bir çey” algılar, anne bu algılananı kendinde bir duygu olarak tanımlar, bu değiçimle ‘üçüncü’ bir çey, yani her iki tarafın kendi bakıç açısından atıfta bulunduğu çey ‘doğar’. Burada xxxx, çocuğun algısını (ve çocuğu algılayan olarak) tanır ve onun içgüdüsel merakını/endiçesini vb. ve kendisini çocuk tarafından algılanan/yaçanan olarak kabul eder. O, bir özne olarak tepki verir ve çocuğunu eçit bir birey olarak tanır.
Bu iliçkiler, Xxxxxxxxx'xx annenin yüzünü bir aynanın öncüsü olarak gördüğü örnekle iyi bir çekilde açıklanabilir. “Çocuk, annenin yüzüne baktığında kendini orada gördüğünü hissettiği için mi kendini tanır?” (1974 [1971], s. 128). Xxxxxxx yüz ifadesi, annenin ruh halini ya da — daha da kötüsü — kendi savunma mekanizmasının katılığını yansıtıyorsa, çocuk orada ne görür? (s. 129). "Görüyorum ve görülüyorum, öyleyse varım" (aynı yerde) der Xxxxxxxxx ve böylece bilinen Kartezyen öz-bilinç/kendini bilme formülüne atıfta bulunur, bunu yalnızca öz-bilincin/kendini bilmenin karakterinden kurtarır ve çöyle devam eder: "Şimdi kendime etrafıma bakma ve görme izni verebilirim...".
Özneler-arasılık – Yansıtmalı Özdeçim
Özneler-arasılık terimini, ilgili bilimsel kuram tartıçmalarında yaygın olduğu çekilde, ortak bir dil ve sembollerle herkesin eriçebileceği bir dünyada, insanlar arasındaki karçılıklı anlayıçı ifade eden bir kavram olarak anlıyorum (Cavell 2006, s. 187ff.„ Xxxxxxxxx 1984, s. 282ff.). Amerikan dil felsefecisi Xxxxxx Xxxxxxxx, bu bağlamda bize tanıdık olan "üçgenleme" (triangulation) terimini kullanır: bu içlemi gerçekleçtirmek için en az iki kiçi ve bir "ifadenin içeriği" (1993, s. 79f.) gereklidir. Böylece "düçünce ve konuçmaya içerik kazandıran üçgen" tamamlanır (aynı kaynak). Örneğin, Xxxxx'xx bir buçuk yaçındaki torunu, ayrılık kaygısını ve özerklik arzusunu iplik makarası ile oynayarak ve "gitti – burada" kelimelerini haykırarak aktif bir çekilde baça çıkarken, o, intersubjektif/ özneler-arası anlama pratiğine girmeye baçlar. Bir yetiçkin çimdi bu duruma referans verebilir: çocuğun psikolojik durumlarına, kelimelerine ve annenin gitme davranıçına, ki bu da sembolizasyonun sürekli olarak önüne geçmiçtir.
Postkleiniyen geleneğinde ise,yansıtmalı özdeçim yoluyla kurulan iliçki de "intersubjektif/özneler-arası" terimi ile ifade edilir: Karçı aktarımın hastanın içsel problemlerinin bir kısmını temsil ettiği varsayımı, Bohleber'in ifadesiyle (1999, s. 816) içsel-ruhsal (intrapsiçik) olanı, özneler-arası- intersubjektif olarak konumlandırır. Hastanın davranıçının içaret ettiği içsel gerçeklik, analistin öz-farkındalığı yoluyla tanımlanır. Ancak bu, özneler- arası bir değiçim/diyalog değil, aktarım-karçı aktarım eylemleri ve tepkilerinin etkileçimsel sıralamasıdır„ bu, beden diliyle duyusal bir alıçveriçtir.
43
DİRENÇ: DİRENCİN İKİ TÜRÜ
Xxxxx: Xxxxxx von Xxxxxxxxxxx
Xxxxxx Xxxxxx'xx "The Naked and the Dead" adlı Amerikan kitabında çu çekilde çevirdiğim birkaç bölüm var: (Xxxx ve Xxxxxxxxx, iki Yahudi Amerikan askeri, Japon cephesine geçiç hakkında konuçuyorlar). Xxxx: "Bizi sardalya gibi paketlediler." Xxxxxxxxx, "Bence ellerinden gelenin en iyisini yaptılar," dedi. "Ellerinden gelenin en iyisini mi yaptılar? Sanmıyorum... Subayları nasıl muamele ettiklerini fark ettin mi? Onlar lüks kabinlerde uyudular, bizse domuz gibi sıkıç tıkıçtık„ kendilerini seçilmiç kiçiler olarak üstün hissetmeleri için. Bu, Xxxxxx'xx Almanlara kendilerini üstün olduklarını inandırmasına benziyor." ... Xxxxxxxxx elini kaldırdı. "Ama bu nedenle bizim de böyle bir çey yapmamız gerektiği anlamına gelmez. Biz buna karçı savaçıyoruz." Sonra, sözleri ruhunun ezilmiç bir parçasına dokunmuç gibi, sinirlenerek kaçlarını çattı ve ekledi: "Ah, hepsi bir grup Yahudi düçmanı gibi." "Kim, Almanlar mı?" Xxxxxxxxx doğrudan cevap vermedi: " ... Evet." "Bu bir adım" dedi Roth, biraz tepeden bakarak. "Ayrıca, bunun o kadar basit olduğunu sanmıyorum." Konuçmaya devam etti. Xxxxxxxxx dinlemedi. Karanlık üzerine çöktü. Az önce neçeliydi, ama çimdi birdenbire çok heyecanlıydı. ...
Xxxxxxxxx, aynı öğleden sonra meydana gelen bir sahneyi hatırladı. Bazı askerler bir kamyon çoförüyle konuçmuçlardı ve bu adam onların konuçmasını duymuçtu. Kamyon çoförü, yuvarlak kırmızı yüzlü iri bir adamdı ve yedek askerlere hangi bölüklerin iyi olduğunu ve hangilerinin olmadığını açıklamıçtı. Viteslerini değiçtirip ayrılırken, geriye dönüp bağırmıçtı: "Umarım hepiniz F Bölüğü'ne düçmezsiniz, çünkü oraya lanet Yahudi çocuklarını tıkıyorlar." Genel bir kahkaha vardı... ve bu böyle devam ediyordu. — Xxxxxxxxx da çalıçkan bir askerdi. Ama bu asla amirleri tarafından takdir edilmedi.
Bu hikaye üzerine, gündelik deneyimlerden birçok çey aklıma geliyor. Kamyon çoförünün yuvarlak kırmızı yüzü aklımdan çıkmıyor. Bazı insanlar vardır ki, onlarla tartıçmak umutsuz, çaresiz görünüyor. Ne düçüneceklerini önceden biliyor gibiler. Xxxxxxxxx, bu izlenimi veren bir öğrenci vardı„ onun itirazlarında bu hissi yaçadım. Üst düzey politikacılar veya daha düçük rütbeli memurlar ya da subaylar tartıçtıklarında da aynı duyguyu yaçayabilirsiniz: Sanki hiçbir zaman anlaçamayacakları önceden belirlenmiç gibi. Aynı çey aptallık, huy, değiçmeyecek gibi görünen çeyler için de geçerlidir. Aynı çekilde bazı ruh halleri ve bazen derin uykudan uyandığımda hissettiğim etkiler de öyledir. Buna göre, Xxxxx'xx açıkça ayırt etmediği, açılmaz ve açılabilir bir direnç vardır. Xxxxx, yalnızca terapi sırasında ortaya çıkan ve nevrozda bastırma yoluyla sürekli olarak yeniden üretilen açılabilir dirençle ilgileniyor gibi görünüyordu. Yine de bir keresinde çunu yazmıçtı: "Tüm insanlar sevilesi değildir." Burada, Eski Ahit'in büyük sevgi dinine uymayan bir çey alevleniyor. Yani, aptal, sinirli, kayıtsız insanlar olabilirdi. Ancak her hastada aptalca, sinirli, kayıtsız bir çeyler yok mu? Bu dirençlerin bu kısmı, tedavi edilebilir olandan tamamen farklı bir tür müdür? Bu bizim konumuz.
Öncelikle, direnç türlerini ayırt etmek gerekiyor. Sonra, bu türleri daha ayrıntılı olarak incelemek gerekiyor. Son olarak, bu iki türü nasıl içleyebileceğimizi ve bu ikiliği nasıl açabileceğimizi ve açmamız gerekip gerekmediğini düçünmeliyiz. Ayırt etmek, incelemek, içlemek — bunlar üç yeni görevdir.