We use cookies on our site to analyze traffic, enhance your experience, and provide you with tailored content.

For more information visit our privacy policy.

SONUÇ Örnek Maddeleri

SONUÇ. Mevcut bir sözleşmeye yabancı olan üçüncü bir kişinin, mevcut sözleşmenin taraflarından birinin yanında yer almak ve yanına katıldığı tarafın hak ve borçlarına onunla birlikte sahip olmak amacıyla mevcut sözleşmenin tarafları ile anlaşması suretiyle kurulan sözleşmeye katılma, şekil serbestliğinin ilke olarak benimsendiği Türk Borçlar Kanunu’nda, şekle bağlılığın kural olarak kabul edildiği anlaşmalardan birisidir. Nitekim TBK md. 206/f.3 düzenlemesinde sözleşmeye katılmanın geçerliliğinin, katılma konusu sözleşmenin şekline bağlı olduğu açık bir biçimde hüküm altına alınmıştır. Şu halde, katılmaya konu teşkil eden sözleşmenin bir şekil kuralına bağlı olduğu her durumda, sözleşmeye katılma anlaşmasının da şekle tabi olduğu kabul edilecektir. Bu bağlamda, katılmaya konu sözleşmenin kanuni şekle tabi olması halinde, sözleşmeye katılma anlaşmasının da kanuni şekilde; katılmaya konu sözleşmenin iradi şekle tabi olması halinde, sözleşmeye katılma anlaşmasının da iradi şekilde yapılması, sözleşmeye katılma anlaşmasının geçerli olarak kurulabilmesi açısından zorunludur. Katılmaya konu sözleşmenin bir şekil kuralına tabi olmaması durumunda ise, taraflar arasında aksine bir kararlaştırma yapılmadıysa, sözleşmeye katılma anlaşmasının bir şekle bağlı olmaksızın yapılması mümkündür. Nitekim katılmaya konu sözleşmenin bir şekle tabi olmadığı varsayımında, tarafların sözleşmeye katılma anlaşmasını bir şekle bağlamak suretiyle bu anlaşmayı bir şekle bağlamaları hukuken geçerlidir. Şu halde, şekle bağlılığın kural; şekil serbestliğinin ise istisna olarak kabul edildiği sözleşmeye katılma anlaşması bakımından kanuni veya iradi şeklin öngörüldüğü hallerde, belirlenen şekilde yapılmayan katılma anlaşmasına geçersizlik/hükümsüzlük yaptırımının uygulanacağı konusunda bir duraksama bulunmamaktadır. Bu noktada, öngörülen şekilde yapılmayan katılma anlaşmasına uygulanacak geçersizlik yaptırımının hukuki niteliğinin, şekli konusunda tek tipte bir düzenleme yapmanın mümkün olmadığı sözleşmeye katılma anlaşması özelinde incelenmesi önem arz etmektedir. Tabi olduğu şekil kuralına uygun olarak yapılmayan hukuki işlemlere ve bu anlamda sözleşmelere uygulanacak geçersizlik yaptırımı ile ilgili olarak farklı görüşlerin ileri sürüldüğü doktrinde, kanaatimizce şekle aykırı olarak yapılan katılma anlaşmasına uygulanacak yaptırım türü, bu anlaşmanın kanuni veya iradi şekle bağlı olmasına göre değişkenlik gösterecek ve dolayısıyla şekle aykırı olarak yapılan katılma anlaşmasının nasıl bir yap...
SONUÇ. Miras sözleşmesi, şeklî anlamda ölüme bağlı tasarruf olmasından dolayı, borçlar hukukunun sözleşme kavramından farklılık arz eder. Her ne kadar, taraf ve tek tara- flı dönememe açısından, şeklî olarak sözleşmelerde bulunması gereken unsurlara sahip ise de sözleşmenin içeriği ve yürürlüğü açısından bazı özellikler arz eder. Mi- ras sözleşmesinin tek taraflı irade beyanı ile sona ermesine (dönmeye), Borçlar Ka- nunu hükümlerinin uygulanmasında miras sözleşmesinin ölüme bağlı tasarruf nite- liğinin göz önünde bulundurulması gerekir. Gerçekten, miras sözleşmesinde miras- bırakan ile sözleşme lehdarı arasında edimler açısından dengesizlik vardır. Mirasbı- rakan sözleşme yapmakla edimini yerine getirmiş sayılırken, lehdarın edimini ayrıca ifa etmesi gerekmektedir. Mirasbırakanın sözleşme ile bağlılığı söz konusu ise de, sözleşme konusuyla bağdaşmayan davranışlar sergilemesi durumunda da, onu engelleyecek bir hüküm söz konusu değildir. Bu durum, özellikle ivazlı- olumlu miras sözleşmelerinde, sözleşme lehdarına zarar vermektedir. Önceki Medenî Kanunda miras sözleşmesinden dönmeye ilişkin yer alan kurallar, bazı değişikliklerle 4721 sayılı yeni Türk Medenî Kanunu ile de benimsenmiştir. Bu değişikliklerden biri, önceki Kanunun 493. maddesinde yer alan “mahrumiyet se- bebi” ifadesinin Türk Medenî Kanununun 546. maddesinde “mirasçılıktan çıkarma” şeklinde yer alması olmuştur. Mirasçılıktan çıkarma, sadece mirasbırakana değil, onun yakınlarına karşı da, belirli davranışların sergilenmesi durumunda söz konusu olur. Ancak, bu değişiklikte sadece “mirasbırakan” ifadesine yer verildiği ve “yak- ınları” ifadesi yer almadığı için, mirasbırakanın yakınlarına karşı da, Türk Medenî Kanununun 510. maddesinde düzenlenen fiillerden biri söz konusu olduğunda, mirasbırakanın miras sözleşmesinden dönüp dönemeyeceği hususunda tartışmalar son bulmamıştır. Kanaatimce, mirasbırakanın yakınlarına karşı mirasçılıktan çıkar- mayı gerektirecek bir fiilin vuku bulması durumunda da mirasbırakanın miras sözleşmesinden dönebilmesi gerekir. Sözleşme lehdarının mirasbırakanın yak- ınlarından daha fazla korunmasının haklı bir gerekçesi yoktur. Ayrıca, Türk Medenî Kanununun 527. maddesinde miras sözleşmesi lehdarı korun- muşsa da ona, mirasbırakanın kastı veya fiili davranışları karşısında mirasbırakanın sağlığında sözleşmeden dönme hakkı tanınmadığından, tam koruma sağlana- mamıştır. Sağlararası edimin yerine getirilmemesi sebebiyle miras sözleşmesinden dönülmesi durumunda Türk Medenî Kanununda aç...
SONUÇ. Rapor konusu taşınmazın değerinin belirlenmesi aşamasında; yerinde yapılan incelemesi, konumu, mimari özelliği, inşai kalitesi, altyapı ve ulaşım olanakları, binanın ya da arsanın kullanım amacı, çevrede yapılan piyasa araştırmaları, günümüz gayrimenkul piyasası koşulları dikkate alınmıştır.
SONUÇ. 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un 22'nci maddesinin 2'nci fıkrası uyarınca, kredi kartı sözleşmelerinin tüketici kredisi sözleşmesi olarak değerlendirilebilmesi için kart hamiline faiz veya benzeri bir menfaat karşılığında ödemeyi üç aydan daha uzun süre erteleme veya benzer şekilde taksitlendirme imkânının sağlanması gerekir. Hükümde yer alan “benzer şekilde” ifadesinden hem taksitlendirmenin faiz veya benzeri menfaat karşılığında yapılması hem de taksit sayısının üçten fazla olması gerektiği anlaşılmalıdır. Kredi kartı sözleşmelerinin tüketici kredisi olarak değerlendirilmesi için aranan erteleme veya taksitlendirme şartlarının sağlanabilmesi için söz konusu erteleme veya taksitlendirmenin fiilen yapılması gerekmeyip böyle bir imkânın kredi kartı sözleşmesinde sunulması yeterlidir. Burada önemli olan nokta, kredi kartının ekonomik işlevidir. Kart hamili, kredi kartı sözleşmesi kurulduğunda harcamaların asgari tutarını ödeyerek geri kalan kısmı faiz veya benzeri bir menfaat karşılığında üç aydan daha uzun süre erteleyebilme ya da taksitlendirme hakkına sahipse, bu hak fiilen kullanmasa bile sözleşme tüketici kredisi sözleşmesi olarak kabul edilmelidir. Hükmün gerekçesinde yer alan bazı ifadeler erteleme veya taksitlendirmenin fiilen yapılması gerektiğini düşündürse de tüketici hukukunun amaçları ve hükmün kaleme alınışı göz önünde bulundurularak bu imkânın sözleşmede kararlaştırılması yeterli görülmeli, erteleme veya taksitlendirme, borcun ifası 118 İşgüzar, s. 45; Xxxxxx, Kredi Kartı, s. 28-29. 119 Xxxxx Xxxxx, Ticari İşletme Hukuku, 24. Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Ensti- tüsü Yayınları, 2018, s. 74; Xxxx Xxxxx/Xxxxx Xxxxxxx, Ticari İşletme Hukuku, 15. Baskı, Vedat Kitapçılık, 2015, s. 76; Xxxxxx Xxxxxxxx, Xxxxxx Xxxxtme Hukuku, 19. Baskı, Beta Yayınları, 2018, s. 69-70. 6502 sayılı TKHK ile birlikte tüzel kişi tacirlerin de tüketici olabi- leceği hakkında aksi görüş için bkz. Xxxx Xxxxx/Xxxxxxxxx Xxxxxx/Xxxxxx Xxxxxxx, Xxxxxx Xxxxtme Hukuku Genel Esaslar, 12. Bası, Yetkin Yayınları, 2019, s. 21; Xxxx Xxxxx Aktürk, “Tüzel Kişi Tacirin Tüketici Sıfatı”, Xxxx Xxxxxxxxxxxx Xxxxx Xxxxxxxxx Xxxxxxx, 00(0), 2016,
SONUÇ. Culpa post pactum perfectum veya sözleşmenin art etkisi, culpa in contrahendo’nun izdüşümü olarak anılmakta ve tarafların kurdukları güven ilişkisinin ihlal edilmesiyle meydana gelen bir güven sorumluluğu türüdür. Culpa in contrahendo tarafların sözleşme görüşmeleri esnasındaki sosyal temasına dayanmaktayken, culpa post pactum perfectum halinde taraflar, bu teması çoktan aşmış bulunmaktadırlar. Zira bu durumda, sözleşme kurulmuş, edimler ifa edilmiş ve sözleşme sona ermiştir. Bir diğer ifade ile güven ilişkisi çok daha yoğundur. Bu sebeple, culpa in contrahendo’ya göre sözleşme benzeri borç ilişkisi görüşü bağlamında daha az tartışmaya yol açacak niteliktedir. Hukuki niteliği itibarıyla culpa post pactum perfectum’un, dürüstlük kuralına dayanan borç ilişkilerinin taraflar arasında kurulan güven ilişkisi çerçevesinde yorumlanmasına doğrudan hizmet edeceği kanısındayız. Culpa in contrahendo sorumluluğundan, yalnızca sözleşme bakımından meydana geldiği zaman itibarıyla ayrılmakta olan culpa post pactum perfectum sorumluluğunun uygulamada, sözleşme kapsamındaki yan edimlerden ayırt edilmesi hususunun önem arz ettiğini düşünmekteyiz. 72 YÜREKLİ, Sabahattin: “İş Hukukunda Sözleşme Görüşmelerinden Doğan Sorumluluk (Culpa İn Contrahendo)”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 72, S. 2, 2014, s.563. 73 Xxxxxxx’xx, culpa in contrahendo’yu genel sorumluluk sebebi olarak ortaya koyduğu makalesinden bahsedilmektedir, bkz. DEMİRCİOĞLU, s.331. 74 DEMİRCİOĞLU, s.333. Bu ayrımı yapmak adına kullanılması gereken en faydalı yolun ise “doğum” anının olduğu görüşüne katılmaktayız. Zira yan edimler sözleşme esnasında doğmakta iken, dürüstlük kuralına dayandırılan culpa post pactum perfectum kapsamındaki davranış edimi sözleşmenin sona ermesinden sonra meydana gelmektedir. Culpa post pactum perfectum sorumluluğu bakımından zarara uğrayanın beklemekte haklı olduğu bir davranış söz konusudur ve aykırı davranışta bulunan, güven ilişkisini ihlal etmiş olmaktadır. Örneğin, vekâlet ilişkisi sona erdikten sonra vekilin sır saklama yükümlülüğü veya sır vermekten kaçınması olumsuz edimlerdir. Bu koruma yükümüne aykırı olarak sır paylaşan vekil culpa post pactum perfectum kapsamında sorumlu tutulacaktır. Hiç şüphe yoktur ki tarafların arasında sır saklamaya ilişkin bağımsız bir sözleşme bulunması durumunda sözleşme edimine aykırılık söz konusu olacak ve müspet zarar sözleşme kapsamında talep edilecektir. Çalışmamızda, doğrudan culpa post pactum perfectum’u ele alan kaynaklar...
SONUÇ. Đşverenin Ödeme Güçlüğü Halinde Đşçi Alacaklarının Korunmasına Đlişkin 173 sayılı Sözleşme, 23 Haziran 1992 tarihinde yapılan ILO'nun 79. Oturumunda kabul edilmiştir. Türkiye'nin yeni uluslar arası sözleşme onaylama çalışmaları kapsamında, 173 sayılı ILO sözleşmesi, T.B.M.M. Genel Kurulunun yeni yasama döneminde, onaylanma sırası bekleyen sözleşmelerindendir. Günümüzde yaşanan küreselleşme ile birlikte, yeni dönemin ekonomik koşullarına ayak uyduramayan işletmelerin ve işverenlerin ödeme güçlüğü çekmeleri iflaslarına neden olmuştur. Đflasların toplumsal ve ekonomik sonuçları dolayısıyla, işçi alacakları konusunda yeni standartlar belirlemenin zaman bakımından uygun olacağını göz özüne alan ILO Genel kurulu, 173 sayılı sözleşmeyi onaylamıştır. 173 sayılı sözleşmenin amacı; işverenlerin ödeme güçlüğü halinde, işçilerin çalışmalarından doğan alacakları, işverenin mal varlıklarından diğer alacakların payları ödenmeden önce verilmek suretiyle, işçi alacaklarının öncelikli olarak korunmasının temini ile eğer bu temin edilmezse, bu alacağın bir garanti kurumunca üstlenilmesinin sağlanmasıdır. 18 XXXXX Xxxxx, a.g.e. s. 42 Ülkemizde mevcut düzenleme, Đcra ve Đflas Kanununda yer almakta, buna göre işverenin iflası halinde işçi alacaklarının korunması, imtiyaz tanıma suretiyle sağlanmaktadır. Đşçilerin iflastan önceki bir yıl için muaccel olan alacakları iflasın tasfiyesinde imtiyazlı alacak olarak kabul edilmiştir. Đcra ve Đflas Kanununda yer alan düzenlemeye göre, kamu alacakları ile rehinli alacaklar iflas masası sıralamasında işçi alacaklarından önce gelmektedir. Bu durumda işçilerin hak kaybına neden olmaktadır. 173 sayılı ILO sözleşmesi bakımından bu düzenleme, "öncelik sıralaması" başlıklı 8. maddeye aykırı düşmektedir. Türk çalışma hayatı açısından ise, 173 sayılı ILO sözleşmesinin T.B.M.M. "nce onaylanması ile birlikte iç hukukumuza uyum bakımından yeniden düzenleme yapılması gerekli kanunlarımızın başında, Đcra ve Đflas Kanunumuz gelmektedir. Bu Kanunun 206. maddesinde yer alan sıralamada değişiklik yapılması ile işçi alacakları için bir garanti kurumu kurulması gerekli olacaktır. XXXXX Xxxx, Uluslar arası Hukukta ve Türk Hukukunda Đşverenin Đflası Halinde Đşçi Alacaklarının Korunması, Kamu-Đş Dergisi Cilt: 5, Xxxx 2000 Sayı: 2 CENTEL Tankut, Đş Hukuku, C. 1, Bireysel Đş Hukuku, Beta Basım, Đstanbul 1994 CENTEL Tankut, Đş Hukukunda Ücret, T. Denizciler Sendikası, Eğitim Dizisi: No: 9 ERĐŞ Gönen, Uygulamalı Đflas ve Konkordato Hukuku, Açıklamalar ve Đçtihatl...
SONUÇ. Balıkçılık, üç tarafı denizlerle çevrili olan ülkemiz açısından gerek ekonomiye doğrudan katkısı gerekse istihdam sağlaması açısından önemli bir sektördür. Ancak bu sektördeki işçilerin çalışma yaşamından kaynaklanan haklarını düzenleyen detaylı mevzuat hükümleri bulunmadığı gibi var olan düzenlemeler de mevzuatımızda dağınık bir biçimde yer almaktadır. Sektörün su ürünleri üreticiliği içinde yer alması, balıkçı kavramının kimleri kapsadığını xxxxxxxmede de güçlüklere yol açmaktadır. Çalışmamızda balıkçılık gerek denizde gerekse iç sularda balıkçı gemi veya tekneleriyle yapılan balık avcılığı olarak kabul edilmiştir. Çalışmamızda yapılan tespitlerden ilki, balıkçılık yapan işçi statüsünde çalışanların hangi kanun kapsamına dahil olduklarıdır. Bu konuda varılan sonuç, balıkçılık sektöründe çalışanların dahil olduğu kanun kapsamını belirlerken, öncelikle Deniz İş Kanunu kapsamında olup olmadıklarının değerlendirilmesi gerektiği, bu kapsamda değillerse ve gerçekleştirdikleri faaliyet tarım işinden de sayılmıyorsa, Türk Borçlar Kanunu'nun uygulanacağı yönündedir. Balık avcılığı İş Kanunu'nda tarım işi olarak kabul edildiğinden, ellinin üzerinde işçi çalıştırılan tarım işletmeleri de İş Kanunu kapsamında olduğundan, istisnai nitelikte olsa da İş Kanunu kapsamına giren balıkçılar da olacaktır. Böylece balıkçılık sektöründe çalışan Deniz İş Kanunu, İş Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu kapsamına dahil olan üç farklı çalışan grubu ortaya çıkmaktadır. Bunun olumsuz sonuçlarından kurtulmak için 2006 Deniz Çalışma ILO Sözleşmesinin kabulünün ardından güncellenmesi beklenen Deniz İş Kanunu'na balıkçılık faaliyetiyle uğraşan tüm çalışanları dahil etmek isabetli olacaktır. Çalışmamızın kapsamında 188 sayılı ILO Balıkçılık İstihdam Sözleşmesi de yer almaktadır. Bu sözleşme 2017 yılı itibariyle taraf ülkeler açısından yürürlük kazanmış olup, ülkemiz henüz bu sözleşmeye taraf olmadığından, iç hukukumuzda uygulanmamaktadır. Belirtmek gerekir ki, ülkemiz geçmiş yıllarda imzalanan balıkçılıkla ilgili diğer ILO sözleşmelerine de taraf değildir. Denizcilik sektörüyle ilgili temel ILO Sözleşmelerinden biri sayılan 2006 ILO Deniz Çalışma Sözleşmesi'ni onaylayan ülkemizin, balıkçılık sektörüyle ilgili çekingen davranma gerekçesini anlamak güçtür. Xxxxx Xxxxxma Sözleşmesi'nin balıkçılık sektörünü kapsam dışı tutma kararı karşısında, 188 sayılı Balıkçılık İstihdam Sözleşmesi'ne duyulan ihtiyaç daha da belirgin hale gelmektedir. Sözleşmenin çalışmamızda inceleyebildiğimiz hükümlerini deni...
SONUÇ. Tüm projeler için doldurulacaktır.
SONUÇ. Bu çalışmada yaptığımız tespitleri ve vardığımız sonuçları “de lege ferenda” gözlemlerimizle birlikte şu şekilde özetleyebiliriz: • Kurulun üçüncü dönem kararları, akaryakıt dağıtım sektöründeki dikey anlaşmaların analizinde bir hatayı düzeltmiştir. Hiç şüphe yok ki, dağıtım şirketi ile bayi arasındaki dikey ilişkinin değerlendirilmesinde, intifa ve bayilik sözleşmeleri bir bütün olarak dikkate alınmalı ve her ikisi de Rekabet Hukuku kapsamında analiz edilmelidir. Bu manada Kurulun bu yaklaşımı isabetlidir. Sözleşme sürelerinin kısaltılması, Rapor’da da istasyon kurulmasının maliyetinden daha fazla yatırım gerektiren istasyon yenilemeleri açısından da tarafların başvuruda bulunması muhtemeldir. 157 Burada şu tür bir soru akla takılabilir: acaba dağıtım şirketi sektörde yapılan ortalama yatırım ölçeğinden daha yüksek bir yatırım yapmışsa ve bu tutar fiilen bayinin ilişkiyi feshetmesini önlüyorsa Rekabet Kurulu duruma müdahale edebilir mi? Görüş bu gibi hallerde müdahale edilebileceğine dair bazı ifadeler içermektedir. Örneğin 6. nolu sorunun cevabında aynen: “Đntifa sozleşmesi karşılığında dağıtıcı şirket tarafından bayiye yapılacak yatırımın tutarı ve geri donüş süresi de; beş yılın sonunda bayinin bayilik sözleşmesini sona erdirmesini engellemeyecek şekilde belirlenmelidir. Örneğin bayiye gerekli olandan yüksek miktarda kredi ya da borç verilmesi ve beş yılın sonunda bu bedellerin bayiden talep edilerek bayinin sözleşmesini sona erdirmesinin engellenmesi ya da zorlaştırılması, duruma gore “fiili bir engel” olarak nitelendirilebilir”. Biz bayi tarafından bu tür bir iddia ile yapılacak şikayetin hassasiyetle değerlendirilmesi gerektiğini ve prensip olarak da bu tür iddialara itibar edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Dağıtım şirketi tarafından yapılacak yatırım tutarının ne zaman “optimum” olacağını belirlemek son derece güçtür. Dolayısıyla çok bariz ve açık vakalar dışında bu iddiaların reddedilmesi gerekir. Somut olayda yapılan değerlendirmede gerekli olandan yüksek miktarda bir kredi verilmiş ve bu dönme cezasına aynen konu olmuşsa, hakim burada BK..161/3 kuralını “kıyasen” uygulayarak meblağı indirebilir. Önemle belirtelim ki bu uygulama Borçlar Kanunu değil, RKHK gereğidir. belirtildiği üzere, toptan dağıtım seviyesinde rekabet baskısı yaratarak bazı ekonomik yararlar sağlama potansiyeline sahiptir. • Hal böyle olmakla birlikte, biz 2002/2 sayılı Tebliğ’in bu ilişkiye doğrudan tatbik edilebilir olduğunda tereddüt ediyoruz. Fakat tatbik edildiğini kabul...
SONUÇ. Kullandırma borcu doğuran sözleşmelerden doğan hak, çalışma- mızın başında belirtmiş olduğumuz üzere, hak sahibinin ölümüyle orta- dan kalkar, ölenin terekesi içinde bir değer olarak yer almaz ve miras- çılarına miras yolu ile intikal etmez. Xxxx sözleşmeleri de kullandırma borcu doğuran sözleşmelerdendir. Xxxxxxx genel hükümleri arasında yer alan 333. madde, kullandırma sözleşmelerine özgü bu ilkeye istis- na teşkil eder bir nitelik taşımaktadır. Bu hükme göre, kira sözleşmesi- nin kiracı tarafının ölümü söz konusu olduğunda, kira sözleşmesi sona ermemekte; tam tersine kiracının mirasçıları, kira sözleşmesine kiracı sıfatıyla devam edebilmektedirler. Xxxx sözleşmesini sona erdirmek iste- yen müteveffa kiracının mirasçıları ise; diledikleri takdirde feshi ihbar dönem ve sürelerine uymak suretiyle, mevcut kira sözleşmesini sonlan- dırabilmektedirler. Konut ve çatılı işyeri kiralarını düzenleyen hükümler arasında yer alan TBK madde 356’da da, kiracının ölümünün sözleşmeye etkisi düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye baktığımızda bir kez daha temel ilke- den kopulduğunu ve kiracının ölümünün kira sözleşmesini sona erdir- mediğini görürüz. Konut ve çatılı işyeri kiracısı ölünce, kira sözleşmesi ortadan kalkmayıp devam edecek; konut kiralarında kiracı ile birlikte oturanlar, çatılı işyerlerinde ise, ölen işyeri kiracısının ortakları veya bu ortakların aynı meslek ve sanatı yürüten mirasçıları, kira sözleşmesini kiracı sıfatıyla sürdüreceklerdir. TBK madde 356 düzenlemesi, bir özel intikal kuralı içerir. Özel intikal kuralı bulunduğunda, ölen kiracıya ait olan ve kira sözleşmesin- den doğan alacak hakkı, ona ait tereke değerleri içerisinde yer almaz. Mirasçılarına yani külli haleflerine intikal etmez. Ölen kiracıya ait olan kullanma hakkı, madde düzenlemesinde işaret edilen kişilere geçer. Konutlarda kiracı ile birlikte oturanların, çatılı işyerlerinde kiracının ortağı olanların ya da ortakların aynı meslek ve sanatı yürüten miras- çılarının kiracı sıfatıyla mevcut kira sözleşmesine devam edebilmeleri için; ölen kiracının külli haleflerinin bu konudaki tavırlarına bakmak, ancak onlar kira sözleşmesine taraf olmak istemedikleri takdirdedir ki, bu imkanı TBK madde 356 düzenlemesinde adı belirtilenlere tanımak, bu hükmün bir özel intikal kuralını düzenlediği gerçeğinin göz ardı edil- mesi anlamına gelir.